Turgay Uzun – “İki dil” talepleri bizi nereye götürecek?

Son günlerde Kürt sorununun çözümüne yönelik yeni projelerin ortaya atılması ile ilişkili olarak başlatılan tartışmanın siyasal alanda öteden beri süregelmekte olan ayrışmayı daha da derinleştirmekte olduğu görülmektedir.

Özellikle “iki dil” ve BDP’nin demokratik özerklik projesi üzerinde başlayan tartışmanın aslında Kürt sorununun çözülüp çözülmeyeceği, demokratik bir çözümün mümkün olup olmayacağı noktasında düğümlendiği görülmektedir. Genelkurmay Başkanlığı’nın da kendi sitesinden “iki dil” tartışmasına müdahil olması ve kullandığı sert üslubun yine Genelkurmay’ın dili ile konuşan ve ortak politika üretir gözüken yazarlarca tırmandırılması, bunun karşısında demokratik çözüme hizmet edeceği beklentisiyle demokrat kesimlerin de sürece destek olmaları yeni bir aşamaya geçildiğini göstermektedir.

Öncelikle şunun açık bir biçimde herkes tarafından kabul edilmesi gerektiği açıktır. Kürt sorununda “askeri çözüm” artık mümkün değildir. 30 yıla yaklaşan şiddet ortamından dolayı binlerce insan yaşamını kaybetmiş, binlerce insan evsiz kalmış ve ciddi mağduriyetlere uğramıştır. Burada artık cevaplanması gereken, barışçıl ve demokratik çözümün ne zaman ve hangi ilkeler bağlamında gerçekleştirileceği sorusudur. Bu sorunun çözümünde çözüme katkı sunacak olan “diğer” tarafın ise yine açık bir biçimde BDP olduğu konusunda herhangi bir kuşku duymak da gerçekçi bir değerlendirme olmayacaktır. Bu parti, yerel ve genel seçimlerde önemli oranlarda oy alarak kendisine oy veren yurttaşların meşru temsilcisi olarak TBMM’de görev yapmaktadır. Böylesi yasal ve meşru bir temsilcinin Parlamento’da bulunması aslında devlet açısından da bir şans olarak görülmelidir.

Demokratik çözümün başarılabilmesi açısından bu noktada BDP’ye de çok önemli sorumluluklar düşmektedir. Gelinen aşamada bu partiye “kendisini PKK’dan uzaklaştırması” veya “şiddeti açık bir biçimde reddettiğini ilan etmesi” veya “PKK’yı kınaması” gibi şartların öne sürülmesinin de artık çok fazla anlamının kalmadığı açıktır. Kürt aydınları, siyasetçileri ve halkı tarafından anlaşılması gereken en önemli konu, Türkiye’nin demokratik bir ülke olma yolunda attığı adımlar ve bu adımların da başta kendileri için sağladığı rahatlamanın iyi bir biçimde değerlendirilmesi gerekliliğidir. Gelinen aşamada, devlet televizyonu ve radyolarında Kürtçe yayınlar bu ülke insanlarının vergileriyle yapılmakta ve buna karşı herhangi bir yoğun tepki gelmemektedir. Kürtçe gazete, dergi ve kitap basımı ve dağıtımı gibi her türlü faaliyet yine serbestçe yapılmaktadır. İnsanlar istedikleri dilde özgür bir biçimde konuşmaktadır. Bu bağlamda bu ülkenin insanları için zaten “iki dilli hayat” öteden beri vardı. Burada sorun olan, manavdaki elmanın, sokaktaki çöp bidonunun Kürtçe yazılmasından çok, Kürtçe veya başka bir dilin resmi anlamda kabul görülmesi isteğidir. Bu isteğe yönelik talep ve eylemlerin demokratik açılım sürecine katkı yapmaktan çok, anti-demokratik düşüncelere güç vererek, demokratik kazanımlara zarar getirebileceği de iyi biçimde değerlendirilmelidir.

Çöp bidonlarının üzerine Kürtçe isminin yazılması isteği ile ülkenin parlamentosunda resmi dilin dışında bir dilin kullanılması talebi farklı anlamlara sahiptir. İlk talep doğal ve demokratik bir istek olarak değerlendirilmelidir. Eğer ülkenin bir bölümünde yaşayan insanlar, bazılarının “çöp bidonu” dediği nesneye “Şaredariya Misrice” diyorsa, bunun üzerine de aynı şekilde yazılması isteği, gündelik yaşamda farklı dillerin etkin biçimde görünür kılınabilmesini amaç edinmiş demokratik bir taleptir. Dünyanın birçok ülkesinde benzer biçimde, bölgesel dillerin resmi dil ile birlikte kullanılır olduğu ve bunun da ayrışmaya değil ulusal birliğe hizmet eden bir etkiye sahip olduğu görülecektir.

Diğer yandan, resmi dairelerde, mahkemelerde veya parlamentoda resmi dile alternatif olarak başka dillerin kullanılmasını talep etmek, hem hukuken hem de pratik anlamıyla sorunlara neden olma potansiyeli taşımaktadır. Her ülkede geçerli resmi dil veya diller bulunur ve bu dil, yurttaş ile diğer yurttaşları ve devleti birbirine bağlar. Farklı anadillere sahip yurttaşların özellikle kamusal ilişkilerde birbirleriyle anlaşmalarını sağlama işlevini de yerine getirir. Ancak resmi dilin bazı yurttaşlar tarafından öğrenil(e)memesi durumunda kamusal ilişkilerin sağlanması açısından devlet, yurttaş ile ilişki kurmanın yollarını bulur/bulmalıdır.

Farklı dillerin kullanılabilmesi taleplerinde, eğer istenen toplumsal ilişkilerde, gündelik yaşamda anadilin kullanılmasını teşvik etmek ve görünür kılmak ise bunun ulusal birlik ve bütünlük açısından -iyi niyet sınırları içinde- sorun değil, entegrasyona hizmet eden bir işlevi olduğu ortadadır. Bu durum, yurttaşların aidiyet duygusunu güçlendirerek ayrılıkçı taleplerin zayıflamasını sağlayacaktır. Kamusal ilişkilerde farklı dil kullanımı talebi ise, ya ikinci bir dilin resmi dil olarak tanınması ya da farklı bir egemenlik alanı oluşumu isteği olarak açıklanabilir. İkinci resmi dil ve özerklik olarak somut biçimde tanımlayabileceğimiz bu isteklerin gerçekçi talepler olmadığı ve sorunun çözümünü kolaylaştırıcı değil zorlaştırıcı bir etki yapacağını, hatta demokratik çözüm şansını büyük oranda sekteye uğratacak gelişmelerin ortaya çıkmasını sağlayacağını öngörmek kötümser bir tahmin olmayacaktır.

DTK neye hizmet ediyor?

Gelinen noktada Kürt siyasetçilerin bir araya gelerek gerçekçi olmayan “uçuk” talepleri konuşması, değerlendirmesi ve önerilerde bulunması bir tür “beyin fırtınası” veya ifade özgürlüğünün kullanılması olarak elbette düşünülmeli ve herhangi bir engellemeye gidilmemelidir. Demokratik rejimlerde barışçıl her talep ve söylem serbestçe dile getirilmelidir. Ancak, bu taleplerin yaşama geçirilmesine yönelik çalışmaların başlatılması, örnek olarak “demokratik özerkliği” tek taraflı uygulamaya koyma, “öz savunma gücü” çalışmaları yapma, bu taleplerin uygulamaya konulacağına yönelik güçlü belirtileri oluşturmakta ve süreci oldukça sorunlu hale sokmaktadır.

“Demokratik Toplum Kongresi” adı verilen oluşumun demokratik çözüm projesine bir katkı yapması isteniyorsa eğer, öncelikle şiddete son verilmesi ve silahların bırakılması noktasında nelerin yapılabileceği, hangi diyalog kanallarının kullanılabileceğine yönelik çalışmaların yapılması beklenebilirdi. Bunun ötesinde Kongre çalışmalarının, çok geniş bir özerklik projesini gerçekleştirme sürecine girmesinin milliyetçi duyguları tatmin ederek belki PKK ve BDP içindeki sertlik yanlısı grupları memnun etmenin yanında, demokratikleşme sürecine destek veren kesimleri de zor durumda bırakarak süreci zora sokacağı ve otoriter devlet özlemi içindeki grupların ve oluşumların da “ekmeğine yağ süreceği” açık bir biçimde ortadadır.

Süreci yöneten PKK ve onun güdümündeki KCK organizasyonunun Kürt halkı üzerinde etkinliğini artırarak mevcut hegemonik yapıyı tahkim edip devlet ile olan “pazarlığında” elini güçlendirici radikal adımları atma ya da atıyormuş gibi görünme stratejisini izlediği görülmektedir. PKK’dan kaynaklanan güçlü bir tahakküm politikasına dayalı olan siyasal faaliyetin oldukça sınırlı bir hareket alanına sahip olduğu da ortadadır. Örgütün farklılıklara tahammülünün olmadığı farklı görüşleri dillendirenlerin en iyimser ifadeyle “aforoz” edildiği de Orhan Miroğlu’na yapılan muameleden açıkça görülmektedir. Bağımsız siyaset üretmeyi imkânsız hale getirerek kendi “resmi ideolojisini” hakim kılmaya dayalı PKK stratejisini besleyen ana damar ise Türkiye’deki demokratik kanalların kapalı tutulmasına yönelik beklentidir. Devlet içindeki otoriter devlet heveslisi gruplar ile PKK’nın ortak zemininin, Türkiye’yi demokrasi ve özgürlükler zemininden kopararak dünyadan uzaklaştırma hedefi olduğu açıktır.

Demokratik Türkiye projesine destek

Gerçekleşme ihtimalinin olmadığı bağımsız Kürt devleti projesinde, kurulacak devletin, örgütün bütün ağdalı demokrasi söylemlerine rağmen tek partili, Stalinist, tahakkümcü bir totaliter yapı olacağına yönelik çok güçlü belirtilerin varlığı, PKK’yı destekleyen kitlelerin de farkında olabilmesi gereken bir durumdur. Özellikle bağımsız Kürt siyasetçileri, demokratları ve aydınlarının demokratik açılım sürecine yönelik destek olmalarını sağlayacak temel tercih de bu noktada ortaya çıkmaktadır. Tek partili, totaliter abir Kürdistan talebi mi yoksa Türk’üyle-Kürt’üyle, Hıristiyan’ı-Müslüman’ıyla özgür insanların barış içinde bir bütün halinde yaşayabileceği tam demokratik Türkiye projesi mi?

Tarih, totaliter yönetimlerin insan doğasına karşı bir saldırı olduğu ve uzun ömürlü de olmadıkları doğrultusunda açık örneklerle doludur. Gerçekleşme imkânı olmayan, sırf bazı kesimleri tatmin etmeye yönelik olarak ortaya atılan ve “ya kabul edilirse” beklentisiyle ifade edilen taleplerin demokratik süreci sıkıntıya sokarak demokratik kazanımları da riske atacağını düşünerek, Türkiye’nin kronik hale gelen bu sorunun çözümünde katkı yapma çabası içinde olmanın, kendisini “demokrat” olarak tanımlayan herkes için bir sorumluluk olduğu unutulmamalıdır.

27.12.2010

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et