Süleyman Demirel önemli bir adam. 1960 darbesi sonrası askeri güçlerin siyaset üzerinde nasıl bir baskı, korku ve işbirliği mekanizması kurduğunu çözmek için Demirel’e bakmak gerek. Onun korkuları, endişeleri ve beklentileri üzerinden merkez sağ siyaset ‘iğdiş’ edildi.
Yakın dönemin ‘halk hareketi’ devletleştirildi, gözetim ve denetim altına alındı. Demirel’in Türk siyasetinde oynadığı rol tam da budur.
1950 seçimleriyle Türkiye’de bir ‘iktidar kayması’ yaşandı. Güç, devlet seçkinlerinden halka, halkın temsilcilerine geçti. Gücü yöneten mekanizma kısıtlı düzeydeki varlığıyla bile olsa demokrasiydi. Sandığın gücü devlet elitlerini sarstığı gibi seçilen Demokrat elitleri de hep kısıtladı. Sandık, kontrol edilemez, öngörülemez bir güç olarak Türkiye siyasetini 1950’ler boyunca yeniden şekillendirdi. Menderes’in parti grubuna dönüp, ‘siz isterseniz hilafeti bile getirirsiniz’ diye gösterdiği güç de oydu, milli irade…
Bu taşkın güç ne durdurulabildi, ne denetlenebildi. 1950’nin iktidar elitleri de teslim olmuşlardı temsil ettikleri bu güce. Ta ki 27 Mayıs darbesine kadar. O temsilciler Yassıada’ya tıkılıp yargılandılar. Halk gücünün başbakan yaptığı Menderes’i de astılar…
Ama kitleler hâlâ taşkın akıyordu. 1961 seçimlerinde DP çizgisi yine çoğunluktu. Devlet gücü, İnönü’yü başbakan yaptı. 1965’te sandık yeniden milletin önüne konulduğunda bir başka ‘beyaz devrim’ yaşandı; AP yüzde 52 ile tek başına iktidar oldu, bir yıl önce Cemal Gürsel’in ‘merak etmeyin, bizim adamımız’ dediği genç Demirel de başbakan. İşte, Demirel’le devlet, taşkın merkez sağı dizginlemenin, denetlemenin, susturmanın yolunu bulmuştu. Demirel bir halk hareketinde ‘devletin truva atı’ydı…
Geçen hafta Darbeleri Araştırma Komisyonu’na konuşmuştu. Anlattıkları şimdi kamuoyuna yansıdı. 1966’da bir seçim kampanyası için gittiği Giresun’da eline, “Menderes’i astık seni de asarız” yazılı bir ‘mesaj’ iliştirmişler. O zaman Başbakan; bir yıl önceki seçimde yüzde 52 oy almış. Yani, halkın yarısından fazlası arkasında. Ama bizim Başbakan Allah için korkmuş! Herkeste Meral Akşener gibi, “Demirden korksak trene binmezdik.” diyecek yürek olmayabilir. Üstelik Başbakanlık için ‘korkusuz olacak’ diye bir şart da yok.
Ama sorun şu ki, korka korka başbakanlık da yapılmaz. Adamı serseme çevirirler; altında cuntalar cirit atar, zorla kendilerini sana cumhurbaşkanı seçtirirler, teslim olursun. Sen değil, seni korkutanlar iktidar olur. Yıllar sonra da şu sorunun muhatabı olursun; madem korktun, neden korka korka başbakanlık yaptın, milletin iradesini bozuk para gibi harcadın? Korktuysan çekilseydin köşene…
Sorun Demirel değil. Ancak, bu karakter ‘merkez sağ’ı askeri vesayete teslim etti. Demokrasi oyununun oynanmasına seyirci kaldı, halkı kandırdı, kendileri de demokrasi oyununda figüran oldular. Halk bilmiyordu ‘lider’in figüran olduğunu. Verdikleri oyla, destekle onu iktidar yaptıklarını sanıyorlardı; ama o halkın verdiği iktidarı askerle paylaşmakta bir sakınca görmüyordu, çünkü korkuyordu…
İşte bu ‘ilişki’ askeri halk üzerinde ‘vasi’ yaptı. Sürecin mekanizması Demirel’di. Çekin aradan Demirel’i, arkadaki askeri vesayet görülecektir. Sonradan görüldü de… 28 Şubat’ta Demirel o ‘tarihi rol’ünü oynayamadı, yani askeri iktidarı halka pazarlayamadı, allayıp pullayamadı. Böyle olunca da hem asker hem Demirel açığa düştü. Sahnenin gerisindeki işbirliği mekanizması görüldü.
Komisyon’a verdiği bilgide ayrıca bütün başbakanları da kendisine benzetmeye çalışmış. Demiş ki, “Eğer bir ülkede meclisi hapishaneye götürürseniz, seçim manasını yitirmiştir ve bir kere başbakan asarsanız, gelecek başbakanların hepsi çalıştığı odada darağacı görür.”
Belki onlar da görmüşlerdir kendilerini darağaçlarında… Belki onlar da korkmuştur. Ama korkularını yenenlerin de olduğunu biliyoruz. Rahmetli Turgut Özal kaç defa siyasete ‘düğünlük ve idamlıklarıyla’ girdiğini söyledi. Suikast girişiminin ardından kürsüye çıkıp, “Allah’ın verdiği canı ancak Allah alır.” diye meydan okudu. Belki sonunda yine bir suikasta kurban gitti. Kim bilir? Ama bildiğimiz şu; Özal korka korka başbakanlık yapmadı.
Zaman, 15.06.2012