TOPLUM içi çıkar farklılıkları ve çatışmalar kaçınamayacağımız olgular. Aristo insanı ‘politik hayvan’ olarak tanımlarken, stratejik davranma yeteneğinin insan bakımından öneminin altını çizmişti.
Demokrasi, çatışmaların barışçıl ortamda yapılmasını sağlayan bir siyasi rejim olarak görülür.
Gerçekten de demokrasiler çağında, devletlerarası savaşlar bir yana bırakılacak olursa, demokrasi eşiği yükseldikçe iç gerilimlerim daha fazla barışçıl yollarla görmekteyiz. Son ikiyüz yıldır devletlerin içyapılarında sınıfsal, kültürel, etnik tüm çatışmaların gerilimlere, silahlı mücadelelere dönüşüm olasılığını ciddi şekilde azaltan en önemli faktör demokrasidir.
Birleşik Krallıkta siyasi şiddetin tarihine baktığımızda 17. yüzyılda Cromwell’in iktidarı ele geçirmesi ve kralın idamından bu yana şiddete dayalı bir önemli siyasi gelişme cereyan etmemiştir. Buna karşın 17. Yüzyıldan bu yana Osmanlı Devleti ve Türkiye Cumhuriyeti dönemlerinde onlarca padişah, cumhurbaşkanı, başbakan, siyasi aktör ya da aktivist halledildi, öldürüldü, cezaevine konuldu. Bu üç yüz yılda yüzlerce ayaklanma, iç gerginlik ve darbeye tanık olduk.
“Nasıl iştir bu? Onlarca olay hiç kulağımıza küpe olmuyor mu?” diye sorabiliriz. Toplumların siyasi tarihleri içinde elde edilen tecrübeler somut siyasi kurumlara dönüşmedikçe olayların tekrarlaması da kaçınılmazlaşıyor. Bunca yıldır siyasi şiddetin kökünü kurutamadıysak bu bizim olaylardan ders almadığımızı değil, bu şiddeti önleyecek kurumları geliştiremediğimizi ya da demokrasiyi gerektiği şekilde inşa edemediğimizi gösterir.
21. yüzyılın ilk beşte birlik bölümü sona ererken pekişmiş bir demokrasiyi kuramamış olmamız sadece belli bir kesime değil hepimize yönelik bir tehdit. Hiç kimse şu ya da bu özelliğine, ya da konumuna bakarak kendini güvencede saymasın. Bir başbakanını idam etmiş, Genelkurmay Başkanını “terör örgütü” üyeliğinden mahkûm ettirmeye çalışmış, binlerce faili meçhulden birinin bile failini aydınlatamamış bir ülkede bu belirsizlikler hukuk devleti eksikliklerine işaret ettiği kadar ne kadar çatışmacı, intikamcı, uzlaşmaz olduğumuzu da gösteriyor.
Kutuplaşma yaşanan bir ülkede çatışmaların gerilimlere, gerilimlerin şiddete, şiddetin de kana dönüşmesini istemiyorsak, bunun hepimize düşen bir görev olduğunu unutmamalıyız.
Siyasi aktörlerin birbirlerine küsüp konuşmaktan vazgeçmesi, parlamentoda kavgaların, yumruklaşmaların artması, söylemlerin sertleşmesi, kana, şiddete gönderme yapılması hiçbirimizi daha iyi bir duruma getirmediği gibi, tarihte bu türden olayların arttığı dönemler demokrasinin kaybı ya da ağır darbeler alması ile sonuçlanmıştır. Mecliste yaşanan son kavgalar ve Kılıçdaroğlu’nun kana referanslı konuşması “söylemler ve tutumlar daha da sertleşecek mi?” endişesine neden olmaktadır.
Türkiye yine kritik bir dönemden geçiyor. Anayasaya ihtiyaç olduğunu herkes kabul ediyor ama nasıl olup da bir uzlaşma sağlarız diye kafa yormuyoruz. Tarihimizin bize söylediği söylemimizi sertleştirmek, yumruklaşmak, bağırmak, karşı tarafı aşağılamak ya da tehdit etmekle bir adım boyu dahi mesafe alamayacağımız. Eğer bunlar işe yarasaydı şimdiye kadar demokrasi şampiyonu olmamız gerekirdi.
Bir sosyoloji uzmanı toplumda %5’in üzerindeki her grubun ya eğilimin dikkate alınması gerektiğini söyler. Bu oranı dikkate alırsak yasama organındaki dört parti de ziyadesi ile dikkate alınması gereken grupların temsilcisidir. Aralarındaki diyalog toplumun sağlıklı bir demokrasiye ilerlemesinin koşuludur. Başka da bir çare yoktur.