İki gün arayla, önce Genelkurmay Askeri Savcılığı’nın ‘takipsizlik’ kararı açıklandı, sonra da aynı konuda Genelkurmay Başkanı basın toplantısı yaptı. Her ikisi de aynı şeyi söylüyor: ‘İrticaya Karşı Eylem Planı’ olarak bilinen belge gerçek değildir, dolayısıyla belgede imzası olan albay hakkında kovuşturma yapılmasına gerek görülmemiştir.
Esasen, Genelkurmay Başkanı’nın konuyla ilgili daha önceki açıklaması sonucun böyle olacağının işaretini vermişti. Her ne kadar Genelkurmay Başkanı Başbuğ kendi söylediklerine inanmış görünüyorsa da, halá zihinleri kurcalayan birçok soru var.
Her şeyden önce, Genelkurmayın baştan itibaren bu meseleye, gerçekliği ciddiyetle tahkik edilmesi gereken, demokratik düzene yönelik vahim bir komplodan ziyade, siláhlı kuvvetlere karşı yürütülmekte olan bir karalama kampanyası olarak baktığı anlaşılıyor. Nitekim Org. Başbuğ bunu medya aracılığıyla yürütülen ‘asimetrik psikolojik harekát’ olarak niteleyerek şiddetle kınadı. Oysa, bu, sahiden gerçeğin ortaya çıkarılması kaygısıyla hareket eden bir makama hakim olması gereken bir tutum değildir. Kaldı ki, bu türden psikolojik harekátlar konusunda kimlerin uzman olduğunu bugüne kadar yaşadığımız birçok örnekle biliyoruz.
Siláhlı kuvvetlere hakim olan söz konusu önyargı Genelkurmay Askeri Savcılığını da yanlış bir sonuca sürüklemiştir. Askeri savcılık söz konusu kararında belgenin ‘Genelkurmay başkanlığında hazırlanmadığı(nı), böyle bir belgenin mevcut olmadığı’nı belirterek ‘şüpheli’ albayı aklarken, hemen ardından adli yargıya ‘bu belgenin hangi amaçla kim veya kimler tarafından üretildiği, üretenlerin amaçları, özellikle Türk Silahlı Kuvvetlerinin bir şekilde hedef alınıp alınmadığı’nın araştırılması görevini veriyor. Aslına bakılırsa, bu kovuşturmanın baştan beri bu sonucu elde etmeye yönelik olduğu yürütüldüğü takipsizlik kararının tümü dikkatle okunduğunda rahatlıkla anlaşılabilecek durumdadır.
Neden derseniz: Bir kere, askeri savcılığın kararında atıfta bulunduğu bütün kriminal raporlar söz konusu belgenin altındaki imzanın çok büyük bir ihtimalle şüpheli albaya ait olduğunu söylüyor. Dahası, TÜBİTAK’ın ilgili biriminin raporunda ‘belgenin orijinalinde bulunmayan unsurların belgeye sonradan eklendiğine ilişkin olağan dışı bir görüntüye rastlanmadığı’na da işaret edilmiştir. İkinci nokta, askeri savcılık, her nasılsa, ‘şüphelinin askeri savcılık huzurunda verdiği imzaların daha önceki muhtelif belgelerdeki imzalarıyla örtüşmemesi’nin üzerinde durma gereği duymuyor ve bunun ‘soruşturmanın sonucunu etkilemeyeceği’ne kanaat getiriyor.
Şimdi, bu kadar önemli hususları bilerek gözardı eden, bunlardan hiç kuşku duymayan bir soruşturmanın güvenilir olduğu söylenebilir mi?… Doğrusu, insanın bu kuşkulu konuların üstüne gitmemesi için şüphelinin aslında hiç de şüpheli olmadığına peşinen kanaat getirmiş olması gerekir. Kaldı ki, bu meselelerde eğer kendisi kesin bir sonuca ulaşamayacağını düşünüyor idiyse, o zaman savcılık ‘kovuşturmaya yer olmadığı’na karar vermekte böylesine acele etmek yerine, bu kadar ciddi şüphelerin onu kamu davası açmaya ve maddi hakikatin ortaya çıkarılması işini mahkemeye bırakmasına yol açması gerekmez miydi? Böylesine önemli bir meselede bu kadar da kuşkusuzluk savcılık makamı için fazla değil mi?
Nihayet, askeri savcılığın şüpheli albayın ikametgáhında yaptığı aramada ‘belgenin içeriğiyle örtüşen herhangi bir bilgi ve belgeye rastlanılmadığı’ belirtiliyor. Güzel, ama ne zaman yapılıyor bu? 17 Haziran’da. Yani, soruşturmaya başlanmasından 5 gün sonra. Peki, böylesine vahim bir iddianın söz konusu olduğu bir durumda bu kadar lakaydi fazla değil mi?… Akıl var izan var, bu kadar zaman sonra albayın ikametgáhında ne bulunacağı umuluyordu?…
Bu durum karşısında, Genelkurmay Başkanı’nın söz konusu belgeyi ‘bir káğıt parçası’ olarak nitelemesinin ciddi bir dayanağı yoktur. Bunu diyebilmek için, ortada kesinleşmiş bir mahkeme kararının var olması gerekir. Dahası, Org. Başbuğ’un adli yargının bundan sonra yapacağı soruşturmada ‘bu belgenin gerçek olmadığından hareketle’ soruşturmayı yürütmesini istemesini bu nitelemeyle birlikte düşündüğümüzde, bunun fevkaláde uygunsuz bir açıklama, Türk Ceza Kanunu’nun ifadesiyle ‘adil yargılamayı etkilemeye teşebbüs’ sayılabilecek bir açıklama olduğu açıktır.
Orgeneral Başbuğ gerçi ‘bugün gelinen noktada’ durumun bu olduğunu, yeni bilgi, belge ve delillerin ortaya çıkması halinde yeniden soruşturma açılabileceğini belirtmiştir. Ama doğrusu, Genelkurmay Başkanının söz konusu belgeyi gayet amirane bir üslupla -ve ikide bir kendisinin silahlı kuvvetlerin komutanı olduğunu da vurgulayarak- ‘bir káğıt parçası’ olarak nitelemesinden sonra, hangi askeri yargı mercii bu meseleyi bağımsız ve tarafsız bir şekilde yeniden ele alabilir ki?…
Başka bir tuhaflık da şu: Genelkurmay Başkanı kendisinin siláhlı kuvvetlerin komutanı olduğunu Anayasa’nın 117. maddesine atıfla dile getiriyor ama, açıklamalarında bazen yine aynı maddeye göre kendisinin Başbakana karşı ‘sorumlu’ olduğunu unutuyor görünüyor. Nitekim, Başbakanın Genelkurmayın da bu meseleyi araştırmak üzere gerekenleri yapacağına inandığına ilişkin açıklamasıyla ilgili olarak kendisine yöneltilen bir soruya aynen şöyle cevap veriyor: ‘Türk Siláhlı Kuvvetleri, Genelkurmay Başkanlığı bu konuda gerekeni anında yerine getirir. Bu konu için başka yerlerden, herhangi bir yerlerden işaret almasına gerek yoktur.’
Şu garabete bakınız: Hem ikide bir demokrasiye ve hukuk devletine bağlı olduğunuzu söyleyecek, kendi hukuki konumunuzla ilgili olarak Anayasa maddesine atıfta bulunacaksınız, ama Başbakanı herhangi bir harici makam olarak niteleyeceksiniz! Bir demokraside böyle bir şey olabilir mi?…
Star, 27.06.2009