Ekonominin kendine mahsus kanunları var mıdır, yok mudur? Bu, sonuca bağlanamamış bir tartışma. İki kanat var. İlkinde genellikle liberal eğilimli, piyasa ekonomisini savunan iktisatçılar yer alıyor; ikincisinde devletçi ekonominin çeşitli renklerini benimseyenler. Liberaller diyor ki, ekonomik hayatın nihaî akışı ekonomik aktörlerin davranışlarının kümülatif sonucu olarak belirir. İktisadî hayatın kuralları bir merkezî otoritenin eseri değildir ve bir merkezî otorite tarafından değiştirilemez. Onları adeta tabiat kanunu gibi görmek en uygun davranış biçimidir. Çeşitli renkleriyle devletçi iktisatçılar ekonominin kendiliğinden doğan kuralları olmadığını, tüm ekonomik kuralların belirli ve genellikle zenginlerin çıkarını gözetmeyi hedefleyen güçler tarafından konduğunu iddia ederler. Bu kavrayıştan ekonomik kuralların güçlü bir kamu otoritesi tarafından istendiği gibi yenilenebileceği sonucu çıkar. Bu ikinci görüş en güçlü şekilde genel entelektüel ortamda Marksistler akademik iktisat ortamlarında Keynesyenler tarafından savunulur.
İkinci kamptakilerin bu görüşü benimsemelerine sebep olan temel yanılgı, bir yerde kuralların-kanunların olmasının zorunlu olarak onları yaratan bir otoritenin var olmasını gerektirdiğini zannetmektir. Bu kesin doğruysa o zaman piyasa ekonomisinin kurallarının teşhis edilebilir bir otorite tarafından yaratıldığı da zorunlu olarak doğrudur. Popüler sol kültürde piyasa ekonomisinin kurum ve kurallarıyla kendiliğinden doğmadığı, bilinçli ve amaçlı şekilde yaratıldığı tezi akademik muhitlerde bilhassa Karl Polanyi’nin Türkçe’ye de çevrilen ‘Büyük Dönüşüm’ adlı kitabına dayanarak savunulmakta.
Ne var ki, piyasa ekonomisinin temel kurum ve kurallarının teşhis edilebilir, izi sürülebilir bir otorite-aktör tarafından yaratıldığı ispatlanmış değil; sadece bir rasyonalist fiksiyon. Kuralların bir kural koyucu olmadan varlık alanına girebileceğini ve takip edilebileceğini de meselâ dil hakkındaki çalışmalardan biliyoruz. Dolayısıyla, iktisattaki kurallar bir merkezî güce atıfta bulunmadan anlatılabilir ve savunulabilir. Bunun doğal sonucu olarak iktisadî hayatın bir kamu otoritesi tarafından istendiği gibi şekillendirilemeyeceği de kesin olarak söylenebilir. Bu, iddialı görünen ama aksine gayet mütevazı bir pozisyon alıştır. En büyük delili de ekonomiyi tamamıyla merkezî kontrol altına almak isteyen sosyalist sistemlerin yarattığı ekonomik felaketlerdir. Buna rağmen, günümüz insanı hem iktisadın kanunlarını anlamamada hem de kamu otoritelerinin gücünü abartmada neredeyse sınır tanımıyor. Bu sınırsızlık, asgarî ücretle ve istihdamla ilgili mesellerde de kendisini olanca çıplaklığıyla gösteriyor.
İki vaka üzerinden görüşümü daha fazla açıklığa kavuşturmaya çalışayım. Geçenlerde İsviçre’de asgarî ücretin 4 bin franka (9500TL) yükseltilmesi konusu referanduma götürüldü. Seçmenler öneriyi reddetti. Asgarî ücret demokratik usulle gelmiş bir hükümet tarafından veya oy mekanizmasıyla doğrudan doğruya seçmenler tarafından belirlenebilir mi? Bunun mümkün olduğu zehabına kapılabiliriz, ama doğru cevap ‘hayır’dır. Siyasî süreçlerle hangi kararı alırsak alalım kapılalım, nihaî tahlilde piyasadaki emek ücretlerini piyasa şartları belirler. İşverenler işçiye firmaya yaptığı marjinal katkıya göre ücret ödemeye meyleder. Asgarî ücret uygulaması uzun vadede gerçek ücretleri yükseltemeyeceği gibi işsizliğe de sebep olur ve en büyük zararı müstakbel emekçilere verir.
Müesseseler çalışan istihdamında da piyasa şartlarını takip etmek zorundadır. Başka türlü ayakta kalamazlar. Bu yüzden, istihdam alanında ortaya çıkan ara kurumları peşinen karalamak ve kötü niyetin, vicdansızlığın ürünü olarak görmek ve göstermek yerine onların ardında yatan faktörleri görmeye ve anlamaya çalışmak gerekir. Taşeronluk müessesesine de böyle bakılmalıdır. Bu kurum uzun zamandır varsa ve yaşamaya devam ediyorsa altında mutlaka somut toplumsal ekonomik unsurlar yatıyor olmalıdır. Önemli bir unsur elbette işgücü maliyetidir. İşçi çalıştırma şartları kamu otoritesi tarafından ağırlaştırıldıkça, iktisadî müesseseler ayakta kalmanın başka yollarını arayacaktır. İşletmelerin para basma ve vergi salma yetkilerine sahip devletle bu bakımdan karşılaştırılması ve yarıştırılması imkânsız ve anlamsızdır. Nitekim, Güven Sak’ın Radikal’de yayımlanan bir yazısından (‘Nereden çıkıyor bu taşeronluk?’) öğrendiğimize göre Türkiye istihdamda en yüksek maliyete sahip ülkeler arasındadır.Net 100 lira ödenen bir işçinin işverene maliyeti 173 liradır. Vergi, prim ve kıdem tazminatı ile maliyet neredeyse ikiye katlanmaktadır. Bu rakam G. Kore’de 134, ABD’de 128, Almanya’da 159’dur. Bu yüksek işgücü maliyeti şirketleri yeni yollar aramaya zorlamıştır. Sak’ın da işaret ettiği gibi taşeronluk bunun sonucudur. Şimdi taşeronluğa karşı neredeyse bir Haçlı seferi başlatılmak istenmektedir. Sendikalar Soma faciasını bu saldırının aracı olarak kullanmaya çabalamaktadır. Ancak, taşeronluğu ortadan kaldırmak başka ve muhtemelen hiç de hoş olmayan (yükselen işsizlik, kayıt dışı çalışma gibi) sonuçlara yol açacaktır.
İktisadî hayatın temel gerçeklerine saygı göstermeyenler, iktisat kanunları tarafından adeta tabiat kanunları tarafından yapıldığı gibi vurulmaya hazır olmak zorundadır. Bunu anlatmanın ve muhataplarımı ikna etmenin çok zor olduğunu bilmeme rağmen, bu gerçeğin altını bir kere daha çizmek istedim.
Bu yazı Yeni Şafak Gazetesi‘nde yayınlanmıştır.