Son zamanlarda bazı dindar yazarlar, İslam’ı, düşman olarak gördükleri fikirler üzerinden tanımlamaya ve konumlandırma girişmektedirler. En vahim olanı da bunu İslamî düşünce biçimiymiş gibi sunmaları ve kendi eksik bakışlarını ve ötekileştirici yaklaşımlarını İslam’a mal ederek saygınlık kazanmaya çalışmalarıdır. İslamî bir zihin için öncelikli olan şey, liberallerin kendi dışındakileri otoriter veya totaliter görmeleri meselesi değildir. Eğer liberaller böyle görüyorlarsa büyük bir hata yapıyorlardır. Ancak bir düşüncenin, dinin ya da ideolojinin otoriter veya totaliter olmadığını göstermenin yolu, başkalarının öyle olduklarını ispatlamaktan geçmez. İşte tam da bu, başkaları üzerinden kendini tanımlamaktır.
Dinî düşünceye katkı sağlamak, derin bir muhakemeyi gerektirir. İslam tarihi ve İslam medeniyet algısı konusunda yeterli muhakemeye sahip olmadan İslamî bir bakış açısı ortaya koymak mümkün değildir. İslam, büyük bir tefekkür hazinesine sahiptir ve İslam düşüncesi, medeniyet tarihinin önemli bir kısmını oluşturur. Onu besleyen, etkileyen ve oluşturan temel zihinsel süreçleri görmeden İslamî bir bakış açısı ortaya çıkamaz. Elbette insanlar bunları önemsemeden bir düşünce ortaya koyabilirler. Fakat bu modern ve yeni bir bakış olur. Bir kimse liberalizmden, sosyalizmden veya güncel politikadan etkilenerek İslamî bir bakış açısı ortaya koyduğunu iddia edebilir. Ancak tarihî birikimden mahrumsa ve bu modern etkileri inkâr ediyorsa durduğu yerin hesabını vermesi gerekir. Şahsî görüşlerini dine mâl etmeye hakkı yoktur.
Liberaller, eğer tanımlayıcı bir zihin durumuna sahipse onların tutarsızlıklarını ortaya koymak anlamlı bir çağrıdır. Nihayetinde liberalizm eleştirilmez, eksiksiz, yanılmaz bir düşünce olmamalıdır. Fakat onun bu tanımlayıcı özelliğini ortaya koyarken külliyen tanımlayıcı bir dil kullanıldığının da farkında olunması gerekir.
Liberalizm tek bir özgürlük türü olduğunu iddia etmez. Aksine mevcut tanımlarla ilgili sınıflamalara girişir. Bu sınıflamaların bazı hatalar içermesi mümkündür. Nihayetinde bunu yapan bir insandır. Ancak tasnifin, tek anlama biçimi olmasa bile yaygın bir anlama biçimi olduğunu gözden kaçırmamak gerekir. Liberaller, politik özgürlüğün tanımını yapmak için diğer özgürlük türlerini tasvir ederler ve bunların birbiriyle özdeş hale getirilmesinin, dinî inançlar başta olmak üzere bireylerin iyi hayat biçimlerini yaşamalarını engelleyen siyasî otoriteleri eleştirilmez hale getirdiğini düşünürler. Örneğin İsaiah Berlin, “İki Özgürlük Düşüncesi” adlı makalesinde pozitif ve negatif özgürlük ayrımı yapar. Amacı, herhangi bir özgürlük düşüncesinin diğerinden daha değerli olduğunu ortaya koymak değildir. Berlin, bir şeyi yapabilme kudret, araç ve kabiliyetine sahip olmak anlamındaki özgürlükle, bir davranışta bulunurken veya kudret, araç ve kabiliyete sahipken bunu yapmaktan alıkonulma anlamındaki özgürlüğün birbirinden farklı olduğu betimlemesini yapar. Pozitif özgürlüğün bir anlamı vardır ancak o, politik (negatif) özgürlükle karıştırılmamalıdır denilir.
Aynı şekilde “insanların mutlak bir yaratıcı karşısında davranışlarının sınırı nedir” sorusu da dinî bir sorudur. “İnsanların fiillerinin yapıcısı ya da yaratıcısı bizzat insanın kendisi midir yoksa Tanrı mıdır” sorusu da metafizik özgürlüğün konusudur. İnsanların bu tür tasniflere girişmesi, farklı özgürlük anlayışlarını reddetme olarak yorumlanmamalıdır. Bu, insanî çabaları anlamanın bir yolu sayılmalıdır. Bir inkâr değil bir anlama çabasıdır. Mutlak değil kolaylaştırıcıdır. İmanî değil istihsanîdir. İnkârcı değil meşveretçidir.
Liberal “izm”ler olabilir. Tarih boyunca Allah’ın nizamını dahi “izm”leştiren, haksızlığın ve zulmün aracı yapan insanlar olmuştur. Bunlara bakarak İslam ve Müslümanlar hakkında küllî bir karara varmak çok geçerli bir mantıksal yol değildir. Elbette Müslümanlar bu eleştirilere bakarak hatalarını telafi etmeye koyulurlar. Ancak bunu İslam’ın hatası olarak görmezler. Hakkaniyetin, adaletin ve insafın peşinden giden her insan, gücü yettikçe ve dili döndükçe buna karşı durur. İyilikleri kendine mal edip kötülükleri sevmediklerimize, beğenmediklerimize mal etmek akl-ı selimin yolu değildir. Hele bunu ilahî bir mesajın arkasına sığınarak yapmak, kendi acziyetimizi dinin otoritesi ve saygınlığı ile güçlendirmektir.
İslam, toplumsal güvensizliğin ve ahlakî yozlaşmanın arttığı ve insanların bunlar karşısında Kutsal Kitap beklentisi içine girdiği bir coğrafyada ortaya çıktı. Kutsal mesajın, indiği toplumun beklentisinin çok ötesinde bir anlamı vardı. Bu nedenle İlahî mesaj, kendisini ortaya çıkaran özgül tarihi ve toplumsal şartları aşarak evrensel bir mesaj haline geldi. İslam’ın, ilk vahiy tecrübesine muhatap olan insanlar için ifade ettiği anlam, onun mesajının evrenselliğine bir engel değildi. Bugün dindarların hiç hoşnut olmadığı şeylerden biri, dini insanî bilinçten arındırmaya çalışan bazı sözde aydınların “başörtüsü Arap adetidir”, “İslam çöldeki Araplara inmiştir” gibi tahkir içeren ifadelerle İslam’ı başlangıç koşullarına mahkûm etmeye çalışmalarıdır.
İslam, inanan insanlar için en yüce değerdir. Onu beşerî bir ideoloji (izm) ile mukayeseye etmek, ona rakip görmek veya bir ideoloji üzerinden İslam’ı tanımlamaya çalışmak geçerli bir yol değildir. İslam’ı ya da bir ideolojiyi, başlangıç koşullarıyla sınırlamaya çalışmak ise çok daha vahim bir düşünce hatasıdır. İslam, başlangıç koşullarının çok ötesinde Tevhit inancı ekseninde güçlü bir medeniyet ve kültür oluşturmuştur. İslam’ın bu başarısı, ilk muhataplarının beklentilerini aşarak tüm insanlığa sunduğu evrensel mesajının gücü ve etkisinin sonucudur. İslam’ın yaklaşık bin yıl boyunca medeniyetin taşıyıcılığını yapmasının altında yatan temel nedenlerden bir de budur. Bunu, insanların teveccühünü kazanmış bütün düşünce sistemlerinde de görebiliriz. İnsanlığın bu teveccüh gören tecrübelerinin hiç birini başlangıç koşullarına mahkûm etmemek gerekir. Ancak bu bizi onların tarihî hatalarını söylemekten de geri bırakamaz. Bu şekilde herkes kendi tarihi ile yüzleşir ve anlamsız bir şekilde tarihî hataları savunmaktan vazgeçer, onu fosilleşmekten kurtarır. Bunu yapamayanları, büyük bir düşünce sisteminin temsilcisi, akıl babası ya da kanaat önderi saymak önce o düşünce sistemine büyük bir haksızlıktır. Ayrıca her düşünceye mensup insanın dogmatik düşünceleri olabilir ve akl-ı selimin bundan kurtulmak için çabalaması erdemli bir davranıştır.
Otorite sahiplerinin zulümlerini meşrulaştırmak için saygınlığı olan düşüncelere atıfta bulunmaları, bilinen en eski yöntemdir. Nitekim İslam tarihinde hicri 2. asırda ortaya çıkan ve mihne olarak bilinen olaylar sırasında Sultanlar, siyasî muhaliflerini önce fetvalarla zındık ve mülhit ilan etmişler ardından da idam ettirmişlerdir. Osmanlı Döneminde bazı Şeyhü’l-İslamların Alevîlerle ilgili verdiği fetvalar da bu cihettendir.
Dünyadaki savaşların ve haksızlıkların nedenini liberalizm olarak görmek, zalimleri görmemektir. Tabu oyunu oynamaya gerek yoktur. Zalimlerin adını anmadan liberalizm üzerinden onları tanımlamaya çalışmak, yaptıkları zulümleri fürulaştırmak/fulûlaştırmaktır. Liberaller eğer bir dinin itikat, ahlâk, muamelât ve ukûbatına dil uzatıyor veya onlardan üstün bir inanç getirdiklerini ileri sürüyorlarsa ya da ılımlı bir İslam öneriyorlarsa bunları ne zaman, nerde ve nasıl yapıldığını bilmek herkesin hakkıdır.
İslamî bilinci “ötekilerin” eksiklikleri üzerine inşa edip kimliği diyalektiğe mahkûm etmenin hangi ideolojinin anlama yöntemi olduğu aşikârdır. Kimse İslam’ı yaralı bir bilince kurban etmeye kalkmasın.
Yrd. Doç. Dr., LDT Din ve Hürriyet Araştırmaları Merkezi Eş Direktörü
19.11.2009