İslamcılığa ne oldu?

Zaman gazetesinin iki muhterem yazarı, Ali Bulaç ve Mümtaz’er Türköne, “İslamcılık” üzerine önemli bir tartışma başlattılar köşelerinde. Zaman geçtikçe diğer bazı yazarlar da söze girdi, tartışmaya yeni açılar kattı. Ben de kendi bildiğimce bir şeyler söyleyeyim.

Evvela da belirteyim ki, asıl tartışılması gereken, Bulaç’ın söyledikleri. Çünkü “İslamcılık bitti” diyen Türköne, bunu bir “sosyolojik gözlem” olarak ifade ediyor ki, kendisine büyük ölçüde katılıyorum. “İslamcılık bitmemiş ve bitmeyecektir” diyen Bulaç ise, daha “değer yüklü” şeyler söylüyor ki, bunları konuşmak lazım.

Ancak tartışmayı zorlaştıran bir sorun var: “İslamcılık” kavramının tanımının biraz müphem olması. Öyle ki Bulaç’a göre, İslamcılık, istinasız her müminin sahip olması gereken bir hal. Türköne’ye göre ise, tarihsel şartların ürettiği bir tepki ideolojisi.

İman ve ütopya

Ben ise, bugüne dek bu köşede “İslamcılık”tan söz eder ve onu eleştirirken, Ali Bulaç’ın “1950-2000 arası ikinci nesil İslamcılar” dediği akımı kast ediyordum. (Osmanlı geleneğinden çıkan “ilk nesil” ile sonrakiler arasında ciddi farklar gördüğüm için.)

Söz konusu (“ikinci nesil”) İslamcılığa bu köşede getirdiğim bir eleştirinin Ali Bulaç tarafından da adil bir tutumla teslim edilmesine ise sevindim. Bu akımın “Müslüman zihni siyasi bir ütopyacılığa hapsetmesi, iman, ahlak ve kültür gibi kritik meseleleri atlaması”nı eleştirmiş, bunun üzerine de bazı sert tepkiler almıştım. Bulaç da tam tamına şöyle demiş:

“Söylemi ve retoriği aşırı biçimde politize edilmiş İslamcılık, tasavvufa, dinin manevî, irfani ve ahlaki boyutuna bigane kaldı… Politik öncelik her şeyin önüne geçti, bu da derinliksiz, kültürel bakımdan yoksun siyaset biçimlerini ve siyasetçileri öne çıkardı.”

 

Durum buyken, bu “aşırı biçimde politize edilmiş İslamcılık”ın eski müntesiplerinden bazılarının bugün “battı balık yan gider” havasına girmesine şaşmamak lazım. Asıl mesele siyasi ütopya ise, onun bitmesiyle birlikte “manevî, irfani ve ahlaki boyut”un boşluğu da sırıtıyor haliyle.

Kırmızı çizgiler

Meselenin özüne gelirsek, burada “Ali ağabey”e hem katıldığım hem katılmadığım noktalar var.

Katıldığım kısım, bütün hayata yön veren bir değerler manzumesi olarak “din”in zayıflaması durumunda, sembol ve ritüellere odaklı bir “diyanet”in yükselmesine yaptığı eleştiri. (İnciller’de Hz. İsa’nın dilinden Ferisiler’e yapılan eleştirileri hatırlatan bir haklılık var burada.)

AK Parti’nin eleştiriyi hak eden yönlerinin “İslamcılık”tan kaynaklanmadığı konusunda da hemfikirim; oradaki problem bence “Türk siyasi kültürü”nün her partide karşımıza çıkan sorunları.

Bulaç’a katılmadığım kısım ise, önce “her Müslüman bittabi İslamcı olmak zorundadır” dedikten sonra, “İslamcı ise mutlaka şöyle olmalıdır” dercesine getirdiği subjektif ve otoriter kırmızı çizgiler.

Bu soruna Yasin Aktay da Yeni Şafak’taki köşesinde işaret etmiş. “Bulaç’ın söylemlerinde İslamcılık neredeyse vahyedilmiş bir mutlak otorite diliyle ifade edilince ona karşı çıkmak da ilahi bir otoriteye karşı çıkmak gibi algılanıyor” demiş.

Örneğin, Ali Bulaç dini hükümlerde “tarihsellik” gören ilahiyatçıları, “Müslüman zihne zerk edilen küresel bir proje”nin gaflet içindeki hizmetkarları olarak tasvir ediyor. Oysa aynı ilahiyatçılar, “dînî olan” ile “tarihsel olan”ı ayırarak, “Kur’an’ı asrın idrakine okutmak” gibi ihlaslı bir gayret içinde de olamaz mı?

Bulaç’ın bu sert eleştirisinden sızan “küresel sistem” alerjisi ise, “ikinci nesil İslamcılar”daki yaygın “anti-küreselci” zihniyete karşılık geliyor ki, buna da çarşamba günü değinelim.

 

Star, 06.08.2012

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et