Hamit Emrah Beriş – Farklılıklarımız ve alametleri

Sting, ünlü şarkısı Fragile’a [Kırılgan] şu sözlerle başlar: “Kan akarsa eğer buluştuğunda et ve çelik/akşam güneşinin ışıklarında kurur/yarın yağmur yıkar gerçi tüm lekeleri/ama aklımızda bir iz sonsuza dek durur.” Bu lirik giriş, aslında bu yazının meramını oldukça iyi anlatıyor. Geçmişte yaşanan hiçbir acının izi, düşünüldüğü kadar kolay çıkmaz, dargınlıklar asla tamamen unutulmaz. Şimdi yazıya böyle bir giriş yapmamızın nedeniyle devam edelim; ancak bu kez bir soruyla başlayalım: Bir ülkenin küçük bir kasabasında, belli ki kişisel nedenlerle başlayan bir kavga (aslında ilk olarak yalnızca ağız dalaşı) nasıl tüm ülkenin gündemine yerleşir? Olayı artık herkes biliyor: Malatya’nın Doğanşehir ilçesine bağlı Sürgü beldesinde, adet olduğu üzere ramazan gecesi dolaşan bir davulcu, iddiaya göre, Alevi vatandaşların yaşadığı bir evin önünde biraz ısrarcı davranıyor. Bunun üzerine, evin sakinleri, kendisine tepki gösteriyor ve aralarında tartışma çıkıyor. Yine iddiaya göre, davulcu darp ediliyor; bunun üzerine evin çevresine toplanan bir grup evi taşlamaya başlıyor. Haberin duyulması üzerine ülke içinde ortamı germekte mahir olan bazı medya organları kasabaya akın ediyor; onları CHP’li yetkililer izliyor. Olayın tüm failleri, aslında bu sorunun büyütülmemesi gerektiğini söylüyor ve hem kendilerinin hem de kasabalarının adlarının böyle bir olayla anılmasından rahatsız görünüyorlar. Ama “Sürgü hadisesi” hafta boyunca ülke gündeminin en önemli maddelerinden biri oluyor. Bu münferit olayın asıl gösterdiği ise toplumsal duyarlılıklarımızın neden olduğu kırılgan ruh hallerimiz. Bir bakıma, geçmişte yaşanan sorunların bizi getirdiği yer, kendi sorunlarımıza gösterdiğimiz duyarlılığı bizimkine benzer acılar çekmiş başkalarından esirgememiz.

Toplum mühendisliği mağdurları

Her ulus-devletin inşa süreci, belirli kesimlerin mağdur olmalarını beraberinde getirir, dolayısıyla yaralanmalara neden olur. Üstelik bu süreç, kendiliğinden gelişime bırakılmamış ve bir “toplum mühendisliği” projesi çerçevesinde planlanmışsa mağduriyetin derecesi iyiden iyiye artar. Zira ulus-devletlerin çoğu, mümkün olduğunca türdeş, yani birbirine benzeyen insanların yaşadığı bir vatandaş grubu meydana getirmeye çalışırlar; kendi tasavvurları dışında gelişen toplumsallıklara, farklı kimliklerin kendi niteliklerini koruyarak sistem içinde var olmalarına izin vermezler. Rejimin uygulamalarının “mağdurları”  farklı dönemlerde değişebilir. Ancak bir süre sonra dönüp geriye bakıldığında, aslında birbirlerine hiç benzemeyen, hatta dini inançları, dünya görüşleri, hayat tarzları, siyasal görüşleri vb. neredeyse zıt sayılabilecek çok sayıda insanın “mağdur” kategorisi içinde yer aldıkları görülebilir. Toplum üzerinde bu tür kapsamlı bir denetim sağlamaya çalışan yapılarda bir süre sonra devlet ile toplumun farklı kesimlerinin aralarının açıldığı görülür. Geleneksel merkez-çevre farklılaşması bu sürecin olumsuz sonuçlarından biri olarak görülebilir. Ancak belki bundan daha fazla önemli olan sorun, siyasal rejimlerin karşısında konumlanan halk kitlelerinin kendi aralarında da bir ayrışma yaşanmış olması, farklı toplumsal gruplar arasındaki mesafenin giderek açılmasıdır. Böylece, bir bakıma, mağduriyetlerin yarıştırıldığı, herkesin “en mağdur” unvanını sahiplenmeye çalıştığı bir tablo ortaya çıkar.

Bir imparatorluk bakiyesinden kısa sürede ulus-devlete dönüşen Türkiye’de söz konusu mağduriyet hikâyelerinden bolca bulmak mümkün. İstiklal Mahkemelerinden, şapka devrimine, Dersim katliamından Türkçe ezan uygulamalarına dek pek çok somut olay farklı kesimlerin rejimle sorun yaşamalarına neden oldu. 28 Şubat da dâhil olmak üzere tüm darbe dönemlerinde yaşanan insan hakları ihlallerini, faili meçhul cinayetleri, köy boşaltmaları, başörtülü kızların okuma haklarının ellerinden alınmasını sistemle bireylerin yaşadıkları sorunların örnekleri olarak rahatlıkla gösterebiliriz.  Kuşkusuz herhangi bir sorunun etkisi, gücü, çapı ve ilgilendirdiği kitle diğeriyle aynı değil. Birisi için hayati derecede önem taşıyan bir konu, başkası açısından sorun olarak görülmeyebilir, hatta ona avantaj bile sağlayabilir. Bu bakımdan, sistemin, değişik durumlara yönelik olarak farklı kesimlerle geçici ittifaklara girdiği, müttefiklerin zamana ve duruma göre değiştiği söylenebilir. Türkiye’de son dönemde yaşanan gelişmelerin de aslında sorunlara yönelik söz konusu algının farklı bağlamlarda şekillenmesinden kaynaklandığını söylemek yanlış olmayacak.

Son on yılda Türkiye demokrasinin ciddi bir konsolidasyon sürecinden geçtiği açık. Her şeyden önce geçmişte yapılan yanlışların sorumluluğunu üstlenmek zorunda kalmayan, hatta bunlarla hesaplaşmaktan kaçınmayan bir iktidar var. İktidar mensuplarının kendilerinin de geçmişte sistemden kaynaklanan mağduriyetler yaşamaları, geçmişin kapsamlı bir muhasebesine girilmesi açısından bir fırsat yaratıyor. Avrupa Birliği başta olmak üzere dış etkenler de demokratikleşme çabalarının güçlenmesini ve reformların uygulamaya alınmasını kolaylaştırıyor. AK Parti’nin “demokratik açılım” nitelemesiyle andığı politikalar, bu açıdan, aslında sistemin, demokrasinin derinleştirilmesi ve siyasal özgürlüklerin genişletilmesi açılarından restorasyona tabi tutulmasının bir ifadesi olarak görülebilir. Bu anlamda, iktidar partisi, kendi dindar tabanı kadar, Kürtlerin, Alevilerin, dini azınlıkların ve diğer etnik grupların da talep ve beklentilerine belirli ölçülerde cevap vermeyi hedefliyor. Elbette, bu sürecin farklı yönleri, yapılanlar ve yapılamayanlar açısından eleştirilebilir ve zaten reformların genişletilmesi için bu tür eleştiriler zorunludur da. Ancak pek çok açıdan devlet ile toplum arasındaki mesafenin kapandığı bu sürecin belki bundan daha önemli olarak farklı toplumsal kesimlerin birbirlerine yaklaşmalarını da zorunlu kıldığını anlamak gerekiyor. Siyaset kuramının en temel varsayımlarından biri, demokrasinin bir “içselleştirme” meselesi olduğudur. Bu bakımdan, vatandaşlar, demokratik idealleri doğal şekilde benimsemezlerse ne yapılırsa yapılsın hukuksal adımlar yetersiz kalabilecektir.

Türkiye’de son yıllarda farklı toplumsal gruplar arasında ciddi bir siyasal kutuplaşma yaşandığı gerçek. Darbe teşebbüsü yargılamalarından şike davasına kadar pek çok konuda toplum ayrışmış vaziyette. Bu durum, sistemle geçici süreyle de olsa uyuşan grupların kendileri için avantajlı konumlar elde etmelerini, diğerlerinin mağduriyet söyleminin ise en üst düzeye çıkmasını beraberinde getiriyor. Dolayısıyla diğer kesime karşı fiili ya da sembolik bir şiddet üretilmesine neden olabiliyor. Ayrıca insanların birbirlerini dinlemelerinin veya anlamaya çalışmalarının önünde engel teşkil ediyor.

Şiddet barış getirmez

Aslında türü ve niteliği ne olursa olsun her şiddet eylemi misilleme amaçlı karşı şiddeti üretir; hatta bunun haklı görülmesine neden olabilir. Kuşkusuz her dönemde fiili ya da sembolik açıdan şiddet gören, bundan dolayı mağduriyet yaşayan çok sayıda kesim vardır. Ancak geçmişte yaşanan hiçbir mağduriyet, bireylere ve gruplara kendilerini güçlü hissettiklerinde saldırma hakkı vermez. Bir insanın geçmişte mağduriyet yaşamış olması, başka insanlara acılar çektirmesinin ya da onların sorunlarını dile getirmelerini engellemesinin gerekçesi olmaz. Elbette, öncelikle farklı kesimlerin yaşamakta oldukları mağduriyetlerin ortadan kaldırılması ve geçmişte yaşatılan sorunların hukuksal açıdan hesabının sorulması ahlaki bir sorumluluktur. Bu açıdan, geçmişle yüzleşme, bugün benzeri hataların yapılmaması açısından önem arz eder. Ancak bir diğer ve bundan daha önemli sorumluluk, toplum üyelerinin geçmişte çektikleri acıların hesabını birbirlerine sormaya çalışmamaları ve kendileri gibi acı çeken başka insanların da bulunduğunun farkına varmalarıdır. Bu anlamda, sorunların sorumluluğunu doğru yere ihale etmek; bunları toplumsal barışın önüne engel olarak dikmemek gerekir. Unutulmalıdır ki, gerçek anlamda bir demokrasi her şeyden önce farklıkların bir arada ve barış içinde yaşamasıyla mümkündür. Bu konudaki ilk sorumluluk da vatandaşların bizatihi kendilerine düşer.

Fragile ile başlamıştık, onunla bitirelim: “Bu son sahne anlaşılsın diyedir belki de/ ömür boyu devam eden kavgada/şiddetin bir şey getirmediğine ve asla da getirmeyeceğine/öfkeli bir yıldız altında doğan biz insanlara/ne denli kırılgan olduğumuzu unutmayalım diye!” Unutulmamalıdır ki, farklı kesimlerin, değişik konularda duyarlılıklara sahip olmaları doğaldır. Ancak bu duyarlılıkların bir tahakküm aracı olarak kullanılması toplumsal barışın önüne dikilen en önemli engel olacaktır.

Açık Görüş, Star Gazetesi, 05.08.2012

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et