İktidarının ilk yıllarında son derece değişimci ve reformcu bir profil çizmiş, Türkiye’yi ekonomik ve siyasi açıdan değiştiren ve dönüştüren reformlara imza atmış bir hükümet olarak Ak Parti hükümetleri ve ekibin lideri olarak Sayın Başbakanımızın son zamanlarda bu reformcu ve değişimci kimliği bir kenara bırakarak giderek statükocu ve devletçi bir kimliğe bürünmesi son derece üzücüdür. 20. yüzyılı içe kapanmacı, devletçi ve merkeziyetçi politikaların, askeri darbelerin gölgesinde büyük ölçüde heba ettikten sonra, önce 1980’lerde rahmetli Özal’ın, ardından 2002’den itibaren Sayın Erdoğan’ın değişim ve dönüşüm çabalarına tanık olmuş, epey umutlanmıştık. Nitekim ekonomik alanda yaşanan başarı, makro ekonomik göstergelerin hızla iyileşmesinin yanı sıra askeri vesayetin gerilemesi ve demokratik açılımlarla ülke rahat bir soluk almaya başlamıştı. Mutluyduk, gelecekten umutluyduk..
Oysa “ustalık dönemi”nde, iktidarının üçüncü periyodunda bizler hükümetten ve Sayın Başbakan’dan reformları daha da hızlandırmasını, ülkenin önünü daha da açmasını, İttihatçıların yüz yıl önce sırtımıza sardığı kamburlardan birer birer ülkeyi kurtarmasını beklerken, 12 Eylül referandumu ve Haziran 2011 seçimlerinden sonra tam tersi gelişmeler yaşanmaya başlandı. Değişimci, demokrat ve reformcu hükümet gitti, yerine devletçi, statükocu, otoriter milliyetçi bir hükümet geldi. Demokratik açılımın Kürt ayağı da, Ermeni ayağı da, Alevi ayağı da çöktü; AB reformlarından vazgeçildi; şikecileri kurtaracak düzenlemeler yapıldı; sivil anayasa süreci yavaşladı; Uludere faciasıyla yüzleşilmedi; Kürt sorununun çözümüne yönelik müzakere süreci akim kaldı; üniversite kampüslerinde neyin içilip neyin içilmeyeceğine, kadınların kürtaj hakkı olup olmadığına devlet müdahil olmaya, kısaca insanların yaşam tarzlarına müdahaleler sözkonusu olmaya başladı.
Bütün bu baş aşağı gidiş sürecini taçlandırırcasına, son olarak işkenceciliği mahkeme kararıyla sabit, yaşayan tanıklarca tecavüzle suçlanan bir ekibin başında yeralmış bir polis emniyet müdür yardımcılığına atandı. Kısaca hükümetin pusulası fena halde şaşmış durumda. Bir an önce sona ermesini dilediğimiz bu akıl tutulması hali sonunda Ak Partinin en esaslı oy tabanını oluşturan dindar-muhafazakar kesimi de isyan ettirecek düzeye ulaşmış olmalı ki, Müslüman aydınlar yakın geçmişte biri Uludere faciası, diğeri işkenceci polisin atanması konusunda olmak üzere iki bildiri yayımlayarak hükümeti uyarma ihtiyacı duydular. Peki bu akıl tutulması halinin nedenleri neler olabilir?
Belki doğrudan ve dolaylı pek çok nedenden söz edilebilir. Ancak, bu satırların yazarına göre, hükümete ve Başbakan’a musallat olan akıl tutulmasının başlıca dört nedeni vardır:
1. Cumhurbaşkanlığı hesapları, milliyetçi oyları çekme kaygısı: Kanımca Sayın Başbakan’ın 2014 yılında Cumhurbaşkanı olmaya dönük hesapları ve bununla bağlantılı olarak milliyetçi oyların desteğine ihtiyacı olduğu düşüncesi sözünü ettiğimiz söylem ve politika değişikliğinde rol oynayan faktörlerden biridir. Oysa bu hesapta bir yanlışlık vardır: bizce Erdoğan’ın buna ihtiyacı yoktur. Demokrat ve değişimci bir profil çizdiği zaman Türkiye halkı Erdoğan’a destek vereceğini göstermiştir.
2. Bürokrasinin Başbakanı yanıltması, etrafındaki bürokratların “her şey yolunda gidiyor” telkininde bulunmaları, kendisini yanıltmaları. İlk başlarda Erdoğan’a gidici gözüyle bakan, meşru görmeyen bürokrasi, Anayasa Mahkemesi’nin partiyi kapatmama kararından sonra Ak Parti’nin ve Erdoğan’ın kalıcı olduğunu görünce söylem değiştirmiş, kendisine yanaşmaya ve yaranmaya çalışmıştır. Esasen statükocu-devletçi-otoriteryen parametrelerle düşünmeye alışkın olan bu bürokratların son zamanlarda olup bitenlerle Başbakanı yanıltıcı bilgiler vermeleri ve her şeyin normal mecrasında seyrettiğini, anormal bir durumun olmadığını telkin ediyor olmaları kuvvetle muhtemeldir.
3. PKK’nın barışa niyetli olmadığının anlaşılmasına tepki: Öcalan’ın “Kürt tarihinin en büyük anlaşmasını yapmak üzereyiz” dediği, devletin PKK ile görüştüğü bir sırada PKK tarafından müzakere masasının devrilmesi ve ardından patlak veren Silvan faciası, PKK’nın derdinin aslında demokrasi ve Kürtlerin hakları olmadığını, daha ziyade, kendisinin otoriter yöntemlerle yöneteceği bir özerk alana kavuşmak peşinde olduğunu ortaya koymuştur. Bunun yarattığı hayal kırıklığı ve öfke Kürt açılımında barışçıl yöntemleri rafa kaldırmış, sert, şahin, şiddete dayalı bir söylemi ve buna uygun politikaları öne çıkarmıştır. PKK liderlerinin saatlerinin soğuk savaş döneminde durmuş olduğunu çağrıştıran, 1990’lı yılların başlarında çökmüş olan Marksist-Leninist ideolojiye dayalı otoriter merkezden kumandacı sosyalist rejimden medet umar görüntüsü, hâlâ silah zoruyla bir şeyleri başarabileceğine inanması, KCK anayasasında kendini dışa vuran otoriter, dayatmacı, baskıcı bir yönetim peşinde olması esasen PKK’nın da bir akıl tutulması içinde olduğuna, dünyadaki ve Türkiye’deki gidişatı doğru okuyamadığına işaret etmektedir. İki yanlıştan bir doğru çıkmadığı gibi, iki akıl tutulmasından da bir doğru çözüm ne yazık ki çıkmamaktadır.
4. Nihayet hükümetin son zamanlarda yalpalamasına yol açan, belki diğerlerinden daha önemli bir neden, bence, Milli Görüş geleneğinden tevarüs edilen zihniyetsel tortulardır. Milli Görüş ya da Erbakan zihniyeti devletçi, merkeziyetçi ve devlet eliyle toplumu biçimlendirmeye cevaz veren, AB’ye bir Hristiyan Klübü olarak bakan, dış dünyayı düşman belleyen bir anlayıştır; zihniyet açısından Kemalizmin ikiz kardeşi sayılabilir. Ak Parti liderliği kendini bu anlayıştan uzaklaştırabildiği, demokrasi, serbest piyasa ve dışa açılmaya yöneldiği oranda halktan destek bulmuş, bu anlayışa sadık kaldığı sürece ülkenin önünü açmıştı. Oysa son zamanlardaki çark ediş, Sayın Erdoğan’ın demokrasi, sivilleşme ve AB’ye uyum fikrinin içselleştirilmesi konusunda zihninin yeterince berrak olmadığını akla getirmektedir. Askeri vesayetin görünürde gerilemesiyle “İslamcı Kemalist” bir çizgiye kolayca kayılması, esasen Ak Parti liderliğinin ciddi bir siyasi felsefeden ve yol haritasından yoksun olduğunu düşündürmektedir. İslam, özgürlük ve piyasa arasında sağlıklı bir ilişki kuracak, Müslüman kimliğinden vazgeçmeden devleti milletle, Türkiye’yi dünya ile barıştıracak, demokrasi ve piyasa ekonomisiyle barışık özgürlükçü bir İslam anlayışı ve bu anlayışa dayalı bir model Ak Parti’nin de, Türkiye’nin de, İslam dünyasının da bugün en çok ihtiyaç duyduğu şeydir.
Prof. Dr. Mustafa Acar, Aksaray Üniversitesi