İnsanın bu dünyada yaşayabilmesi için zengin olması gerekir. Çok iddialı bir söz mü bu? Zenginlikten ne anladığımıza bağlı. Zenginliğin bir izahı şu olabilir mesela. “İnsanın, mevcut durumundan bir fazlasına sahip olması”. Sahip olmak için ne yapmalı insan? Bir şey üretmeli. Bir taşı alıp bir kuşa atıp, onu (karnını doyurmak amacıyla) vurması, bir ağaca çıkıp meyva toplaması bir zenginlik üretimidir.
Değerli hocam Atilla Yayla’yı tanıdığımdan beri kendisinden, kafamdaki soruların hemen hepsini cevaplayacağım, o ana kadar kimseden duymadığım 3 tespitini öğrendim. Bunlardan birincisi “asıl olan fakirliktir, zenginlik istisnadır”. Açıklaması ise şöyle; “insanın orijinalinin fakir olduğu, zenginliğin sonradan üretildiği” gerçeğidir. Benim için devrim gibi bir tespitti. O güne kadar bunu düşünememiştim. Sanki ilk zamanlar herkesin eşit varlığı vardı da bazıları diğerlerinin elinden varlığını alıp o yüzden zenginleşti sanıyordum. Halbuki, ilk insanların hepsi çırılçıplaktı. İlk külotu giyen, onu bir başka insandan almış olamazdı. Mutlaka bir hayvan avlamıştı ve onun derisinden kendine bir giysi yapmıştı. Bunu yaparken de diğer insanlardan hiçbir şey eksilmemişti.
İkinci önemli tespit ise, “mutlak fakirlik ve nispi fakirlik” diye bir durumun olduğuydu. “Mutlak fakir”, şu anda bir günlük yiyeceği olmayan insana denir. Onların probleminin acil olarak çözülmesi gerekir. Bu bütün insanların görevidir. Çok şükür ki, dünyadaki mutlak fakir sayısı şu sıralar 800 milyona kadar düşmüş durumda. Bundan 20 yıl kadar önce bu sayı 1.6 milyar civarındaydı. Demek ki yarı yarıya azalmış. Bu azalışta, şu anki 800 milyon insanın varlığından bir şey eksilmemiş. Hatta daha da artmış olması muhtemeldir. İnşaallah, insanoğlu kısa zaman sonra dünyadaki mutlak fakirliği tamamen ortadan kaldıracaktır. “Nispî fakirlik” ise, her insanın bir diğer insana göre fakir olması durumudur. Hepimiz bu sınıfa gireriz. Çünkü kimsenin varlığı bir diğeriyle eşit değildir. Bu kavram aynı zamanda “nispî zenginlik” kavramının eş anlamlısıdır. “Mutlak fakirlik ve nispî fakirlik” kavramındaki “fakirlik” kavramlarının yerine “zenginlik” kavramını koymaya kalkarsak bu sefer sadece “nispî zenginlik” olacak, ama “mutlak zenginlik” hiç bir zaman olamayacaktır. Çünkü zenginleşmenin sonu yoktur. O devamlı büyüyecektir.
Üçüncü önemli tespit ise, “zenginliğin (bulunan, aktarılan, gasp edilen bir şey değil) üretilen bir şey” olduğuydu. Yani bir insan ancak kendisi bir şey ürettiyse zengin olabilir veya ona zengin denebilir. Bunun dışında piyangodan para çıkması, birinin malını çalması, hatta mirasa konması bir zenginlik değildir. Onlar sadece bir başkasının ürettiği zenginliği, malı/parayı geçici bir süreliğine kullanma hakkına/şansına sahip olmak demektir. Hatta çoğu zaman, piyangodan kendisine çok büyük paralar çıkanların, bir süre sonra, para çıkmasından önceki halinden çok daha perişan/kötü durumlara düşmesinin hikâyelerini dinleriz. Bunu da çoğu zaman “helâl olmayan paranın kimseye yaramayacağı” üzerinden yorumlarız. El hak bu yönü de var tabii. Ama çoğu zaman aynı son, büyük mirasyedilerde de görülüyor. Halbuki miras helâl. Peki helâl paraya sahip olanlar neden, o paraya sahip olmadan önceki duruma göre daha kötü duruma düşerler ki? Bu ikisinin de cevabı, bu iki paranın/malın da (o an için sahip olunan tarafından) “üretilmemiş” olmasından kaynaklanıyor. Yani piyangodan/mirastan eline 5 milyon lira geçen kişi, o paranın/malın üretiminin hiçbir aşamasında olmadığı için, aslında o yönden hak etmediği bir varlığı tüketmeyi de bilmediği için, onu yeni bir üretime kanalize edemediği için perişan duruma düşmenin önüne geçemiyor.
Zenginliğin üretimi nasıl olur? Bizim toplumumuzda genellikle zengine düşmanlık vardır. Onun varlığına haset edilir. Sanki o zenginleşirken berikinden bir şey eksilmiş, kendisinin hakkı yenmiş gibi düşünülür. Aslında hiç de öyle değildir. Bunu ticaret veya sanayi üzerinden örneklendirirsek konu pek anlaşılamayabilir. Bu kasıtlı da yapılabilir. Başka bir örnek üzerinden anlatmaya çalışayım. Mesela bir romancı, romanını yazdığı anda “zenginliği” üretmiştir. Ne kadar zenginlik ürettiğine ise piyasa (romanın müşterileri) karar verecektir. Örneğin Orhan Pamuk bir roman yazdığı anda, o kitabın muhtemel satış rakamı yayıncılar tarafından tahmin edilir. O miktarda basılır, okuyucular satın alır, ihtiyaç olursa yeniden basılır. Yazar bu satışlardan payını alır. O artık zengindir. Bir besteci, muhtemelen çok tutacak bir beste yaptığında, bir şarkıcı çok beğenilecek bir albüm çıkardığında, bir berber makasını şıkırdattığında “zenginliği üretmiş” olurlar. Bu zenginleşmede okurun, dinleyicinin veya traş olanın bir kaybı yoktur. Hatta aslında onlar da zenginleşmişlerdir. Yine örnek vermek gerekirse, Windows’un üreticisi Bill Gates şu an dünyanın en zengin insanıdır. Bu zenginliği üretirken, programlarını sattığı kimseleri sömürmemiştir. Ama Gates zenginleşirken, onun ürettiği programı satın alanlar da zenginleşmişlerdir. Word programını kullanan birisi, o programla yazı yazarak zenginlik üretmiştir. Yani “o” da programı kullanarak zenginleşmiştir.
Zenginin çok paraya, çok mala, servete sahip olması dünyadan bir şey eksiltmez. Hiç kimseye de zarar vermez. O yüzden ona haset etmenin hiçbir makul gerekçesi olmaz. Örneğin Harry Potter kitabının yazarı J.K. Rowling, kimsenin tahmin etmediği bir şekilde çok zengin olmuştur. Şu anki serveti 11 milyar dolar civarındadır. Belki bir kısmı gayrimenkuldür, bir kısmı araç/mücevherat, bir kısmı da banka parası şeklindedir. Ama hiç kimseye zararı yoktur. Sanki zenginlik veya zenginleşme sonucu insan, diğer insanların yiyeceği/tüketeceği malları kendi özeline alıyor ve diğer insanları açlığa/yokluğa mahkum ediyor gibi garip bir düşünce yerleşiktir. Oysa böyle bir şey yoktur. Rowling’in kitapları yazmadan önceki dünya gıda rezervi azalmamış, aksine artmıştır. O yüzden birilerinin zengin olması bizi kıskançlığa/hasetliğe itmemeli, aksine gıpta etmeliyiz. O yapabildiyse biz de yapabiliriz diyebilmeliyiz. Onlara düşman olarak, haset ederek bizim bir şey kazanmamız, zenginleşmemiz mümkün değildir.
Bugün, haset ettiğimiz, servetinde gözümüz olan kişilerin bütün varlığını ellerinden alsak ve diğer insanlara dağıtsak, hiçbir derde deva olamayız. Kimsenin yarasına merhem olamayız. Dağıttığımız bu bedava servet, kullananın elinde heba olur. Ertesi gün yine eski hallerine dönerler. Belki daha da kötü duruma düşerler. Oysa o paralar/servet, zenginin hesabında durdukça, iş yapacak olanlar için ucuz kredi olur. Satın aldıkları gayrimenkulün parasıyla yenisi yapılır. Oturduğu evde birileri çalışır. Yani zenginin parası durduğu yerde bir çok insanın da zenginleşmesine sebep olur. Zenginler bu serveti hiçbir yere götüremezler. Dünyada kalır ve arkasından gelenler onu kullanır.
Gazetelerde, TV’lerde, sosyal medyada sürekli işlenen “dünyanın %1’inin geliri % 99’un kinden fazla” veya “şu kadar milyar insan açken, iki elin parmak sayısı kadar insan servet içinde yüzüyor” temalı, hem popülizm, hem de cahillik kokan haberlerin hiçbir değeri yoktur. Şu anda dünyadaki “mutlak fakirlerin” acil karnının doyması için “o” zenginlere ihtiyaç vardır. İster ferdi bağışlarla, ister vakıflar aracılığıyla, isterse uluslararası kuruluşlar yoluyla olsun, o insanların karnının doyması sadece zenginlik ve zenginler sayesinde olacaktır. Hiç bir insan, bir başka insandan çok fazla yemek yiyemez. Zenginin bankada milyar dolarları olmasının kendisine sadece, ömrünün geri kalanında bir garanti olması bakımından faydası vardır. O parayı da hiçbir zaman bitiremeyecektir. Keşke bitirecek kadar harcasalar.
Yazının başlığıyla, buraya kadar anlattıklarım arasında ne bağ kuracağımı merak edenleri hemen rahatlatayım. İslamî camianın ekonomi konusunda en çok kullandığı argüman, “herkes zekatını tam olarak ödese, dünyada fakir kalmayacağı” mottosudur. Mevcut İslamî entellektüeller, kategorik olarak “kapitalizm” karşıtı oldukları için, içinde bulundukları ümmetin fakirlik sorununa getire getire bu çözümü getiriyorlar. Oysa, insanların zekat verebilmeleri için “zengin” olmaları lazımdır. Zenginlik de ancak yukarıda bahsettiğim gibi “üretmeyle” olabilecek bir şeydir. Bu üretimin iktisat dünyasındaki adı da, ne derlerse desinler “kapitalizm”dir. Yani Hz. Hatice’nin yaptığı ticaret “kapitalizm”dir. (Başka bir adı var mı yoksa?) Peygamberimizin ona ortak olması ve kendisinin de o faaliyeti yürütmesinin adı “kapitalizm”dir. Mekke’deki Pazar, “serbest piyasa/pazar”dır. İşte tam da o Pazar “kapitalizmin membaı”dır. Fakat, İslam adına ve bilhassa İslamî camiadan ekonomi adına söz söyleyenler, sözlerine öncelikle “kapitalizm kötülemesi”, “liberalizm öcüleştirmesi” ile başlıyor, çözüm olarak da bula bula “herkesin zekatını tam vermesine” sıkışıp kalıyorlar. Bırakın zekatı tam vermeyi, zenginler elindeki varlığın tamamını zekat olarak verseler bile, bu, fakirliğin çözümüne “milyem” hesabı kadar katkıda bulunmaz. Malının hepsini veren o zengin, üretecek bir şeyi (bilgisi, mahareti, zanaatı, cesareti) olduğu için, kısa zamanda yine zenginleşecektir. Kucağında hazır bulduğu varlığı, kendisi üretmediği için, eline geçiren kişi kısa zaman sonra yine fakir olacaktır. Çünkü, elindekinin üzerine koyacağı bir üretimi olmayacaktır.
Zaten Kur’an-ı Kerimde, zekat verilecek kimselere baktığımızda, zekatı aldığında zenginleşecek kişiler olmadığını görürüz. Yani bir bakıma mutlak fakirlere zekat verilir. (Fakirler ve miskinler, Zekat Memurlari, Müellefe-i kulub, Köleler, Borçlular, Allah yolunda cihat edenler, Yolcular) Zekat, ekonomik bir faaliyet değil, o an için mağdur durumda olanların kısa zamanda mağduriyetlerinin giderilmesi için başvurulan bir yardımlaşmadır. O da yılda bir defa verilir ki alışkanlık yapmasın. Dikkat edilirse, bu 8 sınıf içinde, üretici yoktur. Yani üretim için verilmiyor zekat. Mağduriyet gidermek için veriliyor. Hem zenginlik ne kadar çok olursa, verilecek zekat da o kadar çok olacaktır. O yüzden her fırsatta, tek çıkış yolu olarak zenginin malından zekat adı altında haraç almaya niyetlenmek, “sosyalist”liğin bir başka versiyonudur ve bu ila nihaye iflasa, tümden fakirleşmeye yol açar. İslami kesim, zihin ve beden tembelliğinden, zenginliğin, mal biriktirmenin kötü görülmesinden, dünyaya tamaha yol açacağından korkuyla, fakirliğin ortadan kalkmasının tek yolunun, zenginlik üretilmesinden geçeceğini, bunun da “kapitalizm” demek olduğunu bir türlü kabullenememekte, söyleyememektedir. Dönüp dönüp “zekat” müessesesinden medet ummaktadır.
Bu arada, zekatın ( ve tabiî bütün sosyal yardımların otomatik ve sürekli olmasının) tembelleştirici, fakirliği arttırıcı bir etkisinin de olabileceğini gözden uzak tutmamak lazımdır. Bu sözüm “verilmesin” manasına çekilmesin. Zekatın, fakirliğin ilacı olduğunu söylemek, hatta 1/40 değil, daha fazla olduğunu dillendirmek, bazı insanların iştahını kabartabilir ve üretmesini köreltebilir. O da kıvamında olmalıdır. Bu yön ihmal edilmemelidir.
Yanlış bilinen birkaç hususu da belirtmekte fayda var. Bir kere zenginlik bir transfer değildir. Yani, zengin olan birinden eksilip yeni zengin birine geçmez. En fazla biri iflas eder, başka bir yerde bir başkası zengin olur. Ama bu zenginleşme iflas edenin varlığından gelmez. İkinci olarak, zenginleşme kimsenin malında bir eksilme meydana getirmez. Aksine diğerlerine de zenginlik aksettirir. Üçüncü olarak zenginlik, kimse için garanti değildir. Her zengin her an fakirlik durumuna düşmeye adaydır. Fakirin de zengin olma ihtimali, şu anki zenginin zengin olma ihtimaliyle aynıdır. Zenginlik üretmenin yolu olan kapitalizmde hiçbir zaman “zengin daha zengin, fakir daha fakir” olmaz. En büyük yanlış propaganda budur. Evet, kapitalizmde zengin daha zengin olur ama fakir de düne göre daha zengin olur. Oranlar farklı olabilir. Kıyaslama bir başkasıyla yapılmayıp, kişinin kendisiyle yapıldığında bu görülecektir. Yoksa benden daha küçük yaşta olan Marc Zuckerberg’in zenginliğiyle kendimi kıyaslayarak ve ona haset ederek bir yere varamam. Ben kendi durumuma bakmalıyım. Ben bundan 10 yıl önceye göre daha mı fakirim-daha mı zenginim? Bir diğer husus da, sosyalistlerin ve İslamcıların çokça başvurdukları zenginlik/sömürü ya da kapitalizm/emperyalizm yakıştırmalarıdır. Bunların birbiriyle direk bağı yoktur. Biri mutlaka diğerini doğurur diye bir şey de yoktur. Serbest piyasada kimse kimseyi sömür(e)mez. Bir sömürü varsa, bunu yapan zengin veya kapitalist değil, devlettir. Devletlerin bazıları başka bazı devletleri/halkları sömürür. Ama bunun kapitalizmle alakası yoktur. Japonya, Kore, Dubai, Singapur kapitalist uygulamalar sonucu zenginleşmişler ama emperyalist değillerdir. Rusya, İran henüz tam anlamıyla kapitalist değiller ama emperyal tavırları hiç eksik olmamıştır.
Son söz olarak, zenginleşmenin tek yolunun, herkesin kendi imkânı ve gücüyle, devleti ve mafyayı arkasına almadan, kimsenin varlığına göz dikmeden, başkasından himmet beklemeden çalışmak ve üretmek olduğunu bilelim derim. Ama buna ister “kapitalizm” deyin, ister başka bir isim bulun. Hazır paradan medet umup, bütün ekonomiyi ona bağlamayın.