Gazeteciden ‘terörist’ çıkarmak

Türkiye’de son aylarda olan “iyi şeyler”den biri, Nedim Şener, Ahmet Şık ve Oda TV davasında tutuklu diğer iki gazetecinin salıverilmesiydi. Bu, hem insani açıdan sevindirici, hem de siyasi açıdan umut vericiydi. Çünkü gazeteci tutuklamaları, özünde doğru ve önemli olan Ergenekon ve KCK davalarındaki şirazesinden çıkmışlığın ayyuka çıktığı noktaydı bence. Hala da öyle.

Öyle, çünkü bu dört gazetecinin tahliyesinin başkaları için emsal teşkil edip etmeyeceğini henüz bilmiyoruz. Dahası, tüm bu tutuklamaları çok haklı gören, hatta “28 Şubat’la hesaplaşma” bağlamında daha nice gazeteciyi “içerde” görmek isteyen bir kitle var Türkiye’de. Bu kitlenin “hislerine tercüman olan” yorumları da medyada sıkça görüyoruz.

Peki ama gazeteciden terörist (yahut darbeci) çıkarmaya çok eğilimli olan bu yaklaşım doğru mu?

Bu soruyu Türkiye Cumhuriyeti’nin cari kanunları üzerinden tartışacak değilim. Çünkü bence zaten sorunun bir kısmı bu kanunlardaki “örgüt amacına hizmet etmek” gibi aşırı esnek ifadeler. Kanunlarda ne olduğuyla değil, evrensel “ifade özgürlüğü” standartlarına göre ne olması gerektiğiyle ilgiliyim.

Demek istediğimi de, şu ara gündemimizden çıkmış bir olaya dönerek anlatayım.

Yayın ve cinayet

2006’daki Danıştay cinayetini hatırlarsınız. “İslamcı militan” pozlarındaki bir avukat, “laikliğin kalesi” olan bir kuruma dalıp bir hakimi öldürmüştü. Bu avukatın sonradan “Ergenekon bağlantıları” çıktı, dava da Ergenekon davası ile birleşti.

Ancak cinayetin ilk günlerinde hava farklıydı. Katilin “İslamcı” olduğu tezi pompalanıyor, “laik kesim” de bunun üzerinden karşı tarafa yükleniyordu.

Bu kampanyanın hedeflerinden biri, Vakit gazetesiydi. Bu gazetenin cinayetten kısa zaman önce Danıştay’ı “hedef gösterdiği” ileri sürülüyor, bunun üzerinden “terörist gazete” iması yapılıyordu.

Örneğin Emin Çölaşan, 19 Mayıs 2006 tarihli Hürriyet’teki köşesinde şöyle soruyordu:

“Hedef gösterdiği insanlar tek tek öldürülen, vurulan gazetelere dünyanın neresinde izin verilir?”

Eğer ortam öyle devam etseydi, “Emin Çölaşan zihniyeti”ndeki bir savcı, teröre “ortam hazırlama” ve “yardım ve yataklık” suçlamasıyla dava açabilirdi pekâlâ Vakit gazetesine.

Ben de buna şiddetle karşı çıkardım. “Fikir” ile “suç”un ayrı şeyler olduğunu, Vakit’in sert yayınlarının entellektüel ve ahlaki düzeyde eleştirilebileceğini, ama hukuken yargılanamayacağını savunurdum.

Kaygan zeminler

Son dönemde suçlanan gazetecilere yönelik argümanlarda da, “Emin Çölaşan zihniyeti”nin yeni bir versiyonunu görüyorum. Çünkü bu argümanlarda da, çeşitli gazeteciler, sırf attıkları manşetler, yaptıkları haberler ya da yazdıkları kitaplarla teröre ya da darbeye “zemin hazırlamakla” suçlanıyorlar.

Aslında böyle bir “zemin hazırlama” durumunu görmüyor da değilim. Örneğin 28 Şubat medyasının irtica yaygaraları kopararak “post-modern darbe”yi katalize ettiği ortada. AK Parti’ye karşı aynı filmi yeniden görmek isteyenler olduğu da bence aşikar.

Ama bunun karşısında yapılabilecek tek şey, entellektüel ve ahlaki düzeyde eleştiriden ibaret. “Fikir”den “suç”a atlamak mümkün değil çünkü; fikir ne kadar kötü olursa olsun.

Tabii bunun bir istinası var: Eğer “fikir”i yayanlar, “suç”u işleyenlerle işbirliği içindeyse ve bunu da “suç”un varlığını bilerek yaptıkları ispatlanırsa, durum değişir.

Ama bunun da sağlam delillerle yapılması lazım. Her telefon konuşması, her bilgi akışı, her temas “kriminal işbirliği” kanıtı olamaz. Evrensel hukuk kuralıdır ki, “şüpheden sanık yararlanır.”

Oysa ne yazık ki bizde şüpheden savcıların yararlanması geleneği daha güçlü. Ben ise buna dün de karşıydım, bugün de karşıyım.


Star, 19.03.2012

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et