Bazı aydınlar, bilhassa İkinci Dünya Savaşı sonrasını “tüketim çağı”, zamanımızın endüstrileşmiş toplumlarını “tüketim toplumu” olarak adlandırır ve mütemadiyen insanların aşırı tüketim yaptığından şikâyetçi olur.
Bu aydınların kendi tüketim miktar ve alanlarını ortalama insanlarınkiyle karşılaştıran bir inceleme çok ilginç sonuçlara ulaşabilir. Tahminim odur ki, bu tür şikâyetleri bir sanat haline getirenler çoluğunun çocuğunun maişetini sağlamak için canla başla çalışan kimselerden kat kat fazla tüketmektedir. Onların tüketim karşıtlığı, başkalarının hayatı üzerinden yapmak istedikleri bir hovardalık olmaktan öteye gitmez. Zira, lüks ve sefahatlerinden vazgeçmeye hazır oldukları izlenimini hiçbir zaman vermezler.
Tüketmeyen bir insan ve toplum düşünülemez. Tüketmek, insan hayatının bir gerçeğidir. İnsanlar yaşayabilmek için dünyada bulunan hammaddeleri işleyip ara mallara ve nihaî tüketim mallarına dönüştürür. Bunun genel adı endüstridir. Endüstri üretimin miktar bakımından artmasını, tür bakımından çeşitlenmesini ve üretim süreçlerinde harcanan emeğin, enerjinin, zamanın azaltılmasını sağlar. Bu yüzden, ekonomik kalkınma deyince ilk akla gelen, yıllarca, endüstrileşme (sanayileşme) olmuştur.
Kuşkusuz, bugünkü kavrayışımızda endüstrileşmeyi ekonomik kalkınmışlığın yegane göstergesi olarak görmeyiz. Ancak, onun önemini inkâr da edemeyiz. Endüstrileşme vakası ortaya çıkmasaydı, dünya şimdiki gibi bir dünya olamazdı. Başka bir deyişle, sırf avcılığa ve toplayıcılığa dayanan toplumlar, varlıklarını istikrar içinde sürdüremez ve nüfusunu artıramazdı. Büyük bir ihtimalle kabile toplumları olmanın ötesine geçemezdi. Nitekim, binlerce yıl böyle oldu. İnsanlar durağan veya durağan olmaya yakın hayatlar yaşadı. Nihayet 17. asırda işler yavaş yavaş değişmeye başladı. 1750’lerden itibaren insanların hayat şartları artan bir hızla iyileşti.
İnsanlık tarihinin en müreffeh döneminde yaşayan günümüz insanının “ne çok şey tüketiyoruz canım, bu kadar da olmaz ki!” demesi kolay. Oysa, birkaç asır önce insanlar tüketecek şeyler bulmak için çırpınıyordu. Geçen haftaki yazımda 1800’den 2000’e dünya nüfusunun 6’ya katlanmasına rağmen kişi başına dünya gelirinin 8 kat arttığına işaret etmiştim. Bu rakam nereden nereye gelindiğini anlatmakta yetersiz kalmış olmalı ki, birkaç okuyucudan, “bu o kadar önemli mi?” diye soran mesajlar aldım. Evet önemli. Niçin önemli olduğunu gösteren birkaç bilgi daha aktarayım. Zengin fakir her insanın günde 3 öğün yemek yemesi hepimizin bildiği bir alışkanlıktır, değil mi? Peki, ne zamandan beri? Kafanızı yormayın, ben merakınızı gidereyim: Bu modern (yeni) bir alışkanlıktır. Mazisi birkaç asırdan daha eskiye gitmez. Geçmişte, özellikle fakirler, dışlanmışlar, boyunduruğa alınmış insanlar, bugünkü gibi 3 öğün yemek rejimi içinde yaşamazdı. Bulduğu zaman yerdi ve yarın yiyecek bir şey bulup bulamayacağı belli değildi. Yaşınız kaç? Otuzun üzerindeyse bile bugün hayata neredeyse yeni başlıyormuş gibi hesaplar yapabilirsiniz. Oysa, birkaç asır önce yaşamış olsaydınız, ölmüş olmanız kuvvetle muhtemeldi, zira ortalama insan ömrü otuz yıl civarındaydı. Kötü beslenme şartları, iptidai tıp bilgisi ve tedavi metotları, daha çok kaba fiziksel güce dayanan ilkel üretim çabaları kısa sürede insan vücudunu bitirirdi.
Bütün bu dehşet verici insan ve toplum manzaralarının değişmesi ancak ve ancak insanın üretim gücünde bir artışla mümkün oldu. Bu yüzden fakirlikten çıkmak birey için de toplum için de daha çok üretmek ve tüketmek anlamına geldi. Tüketimin artması üretimin artmasının bir sonucuydu. Bugün de böyledir. Üretilmeyen şey tüketilemez. Fakirlikten kurtulmanın yegâne yolu daha fazla üretmektir. Merhamet, dağıtım, yeniden dağıtım gibi olguların elbette insan toplumlarında önemli yeri vardır. Ancak bunların hiçbiri üretme gücünün yerini alamaz. Dahası, varlıkları ve gerçekleştirilmeleri dahi üretimin çok olmasına bağlıdır.
Üretimin bol ve herkese yetecek miktarda olmadığı toplumlarda toplumsal doku, ahlakî değerler, dayanışma ve yardımlaşma duygusu ağır darbeler alır. Huzursuzluk artar ve insanlar arasındaki ilişkilerde barış ve gönüllülük değil, şiddet ve baskı baskın hale gelir. Kimse hayal görmesin, fakirlik nutukla ve duyguyla çözülemez. Üretimin herkese yetecek kadar çok mal-ürün ortaya çıkaramadığı yerlerde zayıflar güçlüler tarafından hep ezilir, hatta yok olmaya mahkûm edilir. Sınırlı miktardaki ürünü elde etmek için yapılacak mücadeleden daima güçlüler galip çıkar. Kimler güçlü, kimler zayıftır? Güçlüler ve zayıflar bazı yazarların sandığı gibi sabit iki cephe teşkil etmez. İç içe geçer ve değişkendir. Kadınlar karşısında erkekler; silahsızlar karşısında silahlılar, silahsız erkekler karşısında silahlı erkekler; beden ve zihin engelliler karşısında engelsizler; çocuklar ve yaşlılar karşısında gençler; siyasî statüsü olmayanlar karşısında statü sahibi olanlar; dinî ve etnik azınlıklar karşısında çoğunluklar güçlüdür. Herkese yetecek ürünün olmadığı yerde birilerinin tasfiye edilmesi gerekir. Ve genellikle zayıflar tasfiye edilir veya bastırılır.
Fakirlikten doğan vahşi sosyal çatışmaların tarihî örnekleri de vardır. Antik Sparta’da yeni doğan çocuklar önce ormana bırakılır, üç gün sonra ne durumda oldukları kontrol edilirdi. Bir bebek hâlâ yaşıyorsa, Tanrıların onun yaşamasını istediğine hükmedilir ve şehre geri getirilirdi. Bu bir nüfus kontrolü yöntemiydi, zira toplumun artan nüfusu beslemeye yeterli üretim gücü yoktu. Yine tarihte bazı yerlerde yaşlıların ölmek üzere ücra yerlere, dağlara gittiğini-gönderildiğini biliyoruz. Sebep yine aynıydı: Üretim gücünün yetersizliği. Bu tarihî olaylarda zayıflar bebekler ve yaşlılardı. Toplumlar bu acı olaylara izahlar bulmuşlar ve onları belli ritüellere bağlamışlardı. Ancak, asıl sebep fakirlikti.
Bütün bunların geri gelmeyecek şekilde tarihte kaldığını iddia etmek saflık olur. Yirminci yüzyılda da totaliter sistemlerin hükmettiği topraklarda korkunç açlıkların yaşandığını ve bazı yerlerde (Çin’de) aç anne-babaların ölmemek için çocuklarını yediğini biliyoruz. Eğer insanlık bugünkü üretim gücünü ciddi oranlarda kaybederse benzer şeyler tekrarlanabilir. Bu yüzden, fakirlik probleminin çözümü üretimi artırmaktan ve üretici güçlerle üretim süreçlerini güven ve istikrara kavuşturmaktan geçmektedir.
Zaman, 27.05.2011