Önceki yazıda “Rusya hala bir Sovyet rüyası görüyor” demiştim ama bir Sovyet rüyası gören sadece Rusya değil, ben de bir süredir rüyada gibiyim. Sanki zaman tünelinden geçip Tiflis’e geldim ve yarı Rus edebiyatı yarı eski Sovyetler gibi fantastik bir dünyada yaşıyorum.
Önce iki filmden bahsetmeliyim. Birincisi Farewell, ikincisi Elveda Lenin.
Farewell, Sovyetlerin yıkılmasına neden olan olayları, Soğuk Savaş’ın en önemli olgusu casusluk olaylarına odaklanarak anlatıyor.
Yıl 1981. Soğuk Savaş’ın “soğuk” yılları… KGB’de üst düzey bir albay, eve geldiğinde oğlunun okuldan ceza aldığını öğreniyor. Brejnev’e “ihtiyar bir ahmak” dediği için Komünist Gençlik Partisi’nden uyarı alan oğluyla tartışıyor. Oğlu “sen de öyle diyorsun değil mi?” deyince, “ama herkesin içinde değil, başımızı belaya sokacaksın” diyor. Albay daha önce Paris’te beş yıl görev yaptığı zaman çektiği videoları izliyor her gece ve sabahında komünist partinin bir üyesine ahmak diyemeyecek kadar özgür ülkesinde KGB binasındaki işine gidiyor ve bütün mesailerini harcadıkları casusluk faaliyetini sorgulamaya başlıyor. Bir Fransız aracılığıyla KGB belgelerini CIA’ya sızdırmaya başlıyor. En sonunda KGB’nin üst düzey ajanlarının listesini sızdırıyor ve bu sızdırma sistemi çatırdatıyor. Albay rejimin tıkandığını düşünüyor “sistemin patlatılması gerek” diyor “Sovyet Rusya sizi (Batılı kapitalist devletleri) daha fazla soyamadığı zaman yıkılacak, yeni bir devrim olacak, belki ben göremeyeceğim ama oğlum İgor bunu görecek”. Bu belge sızdırma buluşmalarında Fransız arkadaşından bir walkman, ABD’li bir müzik grubunun kasetini ve Fransızca şiirlerin olduğu bir kitap istiyor. Zira bunları yasal olarak edinemiyor. Tam bir paranoya hali, KGB’nin en üst düzeydeki yetkilisinin CIA ajanı, CIA’nın en yetkilisinin KGB ajanı olduğu, her ikisinin de içinde karşı taraf için çalışan ajanlar, iki tarafa da aynı anda çalışan ajanlar… Neredeyse 50 yıl süren bütün bu paranoya ne için? Kocaman bir saçmalık! Yaradığı tek şey, korku iklimini canlı tutmak.
İgor o devrimi gördü. Berlin Duvarı’nın yıkılmasından iki yıl sonra Sovyet Rusya yerle bir oldu. Bundan sonrası ise Elveda Lenin’de çok güzel resmediliyor. Sıradan hayata etkilerini anlatan güzel bir sahne var. Kocası Batı Almanya’ya kaçtıktan sonra kendini sosyalist devlete adayan öğretmen, yönetime halkın isteklerini belirten dilekçeler yazıyor, büyük beden sütyen ihtiyacını belirten bir dilekçede “biz belirli bir yaşa gelmiş kadınlarız, piyasada satılan sütyenleri giyemiyoruz ve giymek istemiyoruz, Alman Demokratik Cumhuriyeti’nde sadece güzel vücutlu yoldaşlar bulunmuyor” diyor. Medeniyet ile aralarında sadece bir duvar var, duvarın diğer tarafında “satılmış adi kapitalist” Batı Almanya refah içinde yüzüyor, bu tarafta sütyen bedeni için dilekçe yazılıyor.
Duvar yıkıldıktan sonra ülke sekiz ay içinde bambaşka bir dünya haline geliyor. Yönetmenin bakış açısıyla bakarsanız, büyük beden sütyen için devlete dilekçe yazdığınız yılları özlemeniz gerekiyor ve lanet kapitalizme sövmeniz icap ediyor. Kendine eziyet eden sistemi özleyen hastalıklı zihniyet hayatla mücadele ettiği için üzerinde durmaya gerek yok, hayat her seferinde nasıl olsa kazanıyor.
Tiflis’te iki şey kafamda netleşti. Birincisi Soğuk Savaş 1991’de bitmemiş, yeni bitiyor. 1991’de Sovyetler yıkıldığında her ülke kendine yeni bir korku buldu ve o korkularla yönetildi. 2000’lerin başında post-sovyet coğrafyasında “Kadife Devrimler” oldu, Türkiye bunu sokaklara dökülmeden, sandıkta yaptı, eski rejimi tasfiye etti, post-sovyet ülkeleri ise kitlesel gösteriler ve kısmen çatışmalı devrimlerle gerçekleştirdi. Sonuçta halk korkularla yönetilmekten sıkıldı ve Soğuk Savaş artığı siyasetçileri tarihin pislik tenekesine fırlattı. Şimdi Arap coğrafyası eski dünyayı tasfiye ediyor, arkaik diktatörlüklerden kurtuluyor. Rusya’nın gördüğü rüyadan uyanması ise bir on yıl sonra olacak muhtemelen, Rusya da eski kafayı tasfiye edecek ve korkularla yönetilmek yerine özgürlüğü seçecek. Bunun için biraz daha beklememiz gerekiyor.
İkincisi ise Kemalizmin kusursuz bir Soğuk Savaş ideolojisi olduğu… Soğuk Savaş’ın başladığı yıllarda tam olarak ülkenin iklimini ele geçirmiş, demokrasiye doğru giden siyasi sistemi hizaya çekmiş, korkularla yönetilmek yerine medeniyet çizgisinde yol almayı tercih eden başbakanını ve bakanlarını asmış, ne zaman ülke “rejim”den kurtulmaya çalışsa kanlı bir darbeyle bastırmış ve korku iklimini Soğuk Savaş’ın bitimine kadar devam ettirmiş, artık arkaik kalmış bir ideoloji.
Gençleri bekçi ve nöbetçi gören, etrafı düşmanlarla sarılı, Türk’ün Türk’ten başka dostunun olmadığı bir dünya ve sürekli tetikte olunması gereken bir iklim. Gözleri sürekli siperde gelecek saldırıyı bekleyen uyanık, zinde gençlik. Milli bayramlardaki resmi geçitler hala Sovyet nostaljisi tadında… Sürekli korkmamızı gerektirecek bir şeyler var.
Fakat “rejim tıkandı”…
filmdeki KGB albayının dediği gibi… Eski rejimin tıkandığını gören ve en azından çocuklarının özgür bir dünyada yaşamasını isteyen “albay”lar, sistemin çöküşünü hazırlayan korku ikliminin gizli belgelerini sızdırdı. Bu sızıntı önlenemez bir çöküşün başlangıcı oldu, “duvar” çatladı. Eski rejim büyük bir gürültüyle yıkılıyor.
Bir filmin son çeyreğini izliyoruz.
Adı Elveda Kemal(izm)!