Düzceli Eşref Amca’yı Yunanlı yaptılar

Günümüzün sosyolojik ve politik en ciddi tehlikelerinden birisi medyanın gerçekleştirdiği “algı yönetimi”dir. Algı yönetimi elbette sadece çağımıza özgü bir fenomen değil. Platon’un Mağara meselinden bu yana tarihsel, sosyolojik bir gerçek. Platon’un mağarasında insanlar zincirlenmiş bir şekilde gölgeleri gerçek sanarak otururlarken mağaradakilerden birisi zincirlerinden kopup dışarı çıkarak ışığı görür, gözleri kamaşır ve içerideki gölgelerin gerçek olmadığını anlar. Geri dönüp mağaradakilere gördüğü şeyden bahsederek onları uyandırmak istediğinde mağaradakiler onu boğmaya çalışırlar. Çünkü algıladıklarının hakikat olduğundan emindirler. Çünkü onlar gölgelerin hakikat olduğuna alışmışlardır. Ama gerçekten algıladığımız görüntü tek hakikat midir? Günümüzde özellikle medyada yer alan her haber ve görüntü acaba ne kadar gerçektir?

Geçenlerde Yunan gazeteleri ülkede ekonomik krizi manşetlerine taşıdı ve krizi mümkün olduğunca trajik hale getirmek için ilginç bir resim kullandılar. Yunan Star gazetesi Yunanistan’daki ekonomik krizle ilgili haberinde ATM kuyruğunda bekleyen Yunanlar’ın önünde elinde ekmekle gözyaşlarını silen yaşlı bir adamın fotoğrafını koydu. Gerçekte iki fotoğrafın, yani ATM kuyruğunun gösterildiği fotoyla yaşlı adamın fotosunun photoshopla montajlandığı bu resimde boy gösteren elindeki ekmeğiyle yaşlı amca aslında 1999’daki Düzce depreminde yıkılan evinin önünde ağlayan Eşref Amca’ydı. Fotoğraf, Türkiye’den bir gazetecinin, yani Anadolu Ajansı’ndan Abdurrahman Antakyalı’nın çektiği bir fotoğraftı. Bu fotoğraf depremle ilgili yardım kampanyalarında da afiş olarak kullanılmıştı. Yaşlı adamın ismi Eşref Cengiz’di ve Cengiz 2004 yılında hayatını kaybetmişti. Bugün Yunanistan’da şöhret olacağını herhalde Eşref amca hayal dahi edemezdi.

Algı yönetimi, hayal dahi edemeyeceğimiz şeyleri gerçekmiş sanmamıza yol açan en ciddi manipülasyon tekniklerinden birisidir ve Nasyonal Sosyalistler altı milyon Yahudi’yi gaz odalarında küle dönüştürürken bu yöntemden sonuna kadar yararlanmıştır. Sovyet Rusya’sında ülkede diktatörlük olmadığını dünyaya göstermek için sözü edilen teknikten sürekli yardım alınmıştır. Bugün hala otoriter yönetimler kendi halkları üzerinde söz konusu teknikten yararlanmaktadır. Yine Amerikan kültür emperyalizmi simülasyonla gerçeği birbirinden ayırt etmenin imkansız hale geldiği kimi teknikleri en etkin şekilde kullanmaktadır. Hipergerçeklik inşasıyla modellerin gerçeğin yerine geçtiği durumla karşı karşıya kalırız. Dergilerdeki ideal ev, ideal kadın, ideal tatil, ideal seks sürekli algılarımızı işgal ederek gerçekliğe dair kanılarımızı etkiler. Gittikçe Disneyland’a benzeyen ABD, Disneyland’daki Amerikan modellerini bütün dünyaya yayar ve yeni kuşaklara benimsetir.

İnternetin, sosyal medyanın gelişimiyle bu teknik daha incelikli hale getirilerek yaygınlaştırıldı. Her gün internete düşen ve çok geçmeden de yalanlanan bomba bir haberle sarsılıyoruz. Bilinçlerimiz, zihinlerimiz sürekli yalan dolan haberlerle iğdiş ediliyor. Deleuze ve Guattari’ye selam olsun. Öznenin şizofrenik çöküşü. Ve zavallı Marx. Alt yapıya olan güveni hepten boşa çıktı. Alt yapının önemi o kadar da yokmuş. Hatta “Toplumsal” olan eridi. Baudrillard’ın da dediği üzere herşeyin simülasyona dönüşümüyle kitleler “sessiz yığınlar”a dönüştü. Bugün Suriye’deki savaşı, Suriye’den kaçarak ülkemize geçen insanları ayaklarımızı uzatıp TV’den izliyoruz. Kan Gölü’ne dönen Akdeniz’deki kaçakların toplanan cesetleri her akşam yemeğimize eşlik ediyor. Çekilen acıları görselliğin aktardığı kadarıyla hissedebiliyoruz. Acaba hissedebiliyor muyuz? Hisseden yerlerimize ne oldu? Alışıldık, kanıksanan, her zamanki acılar.

Algı yönetimini 28 Şubat’ta medyada her boyutuyla yaşadık. Bugün paralel yapının yayın organları içte ve yurt dışında Türkiye’ye, iktidara ve Cumhurbaşkanı’na karşı 28 Şubat’takine benzer formda bir algı yönetme savaşını sürdürüyor. Ama tarihte hep böyle olmuştur. Platon yukarıda sözünü ettiğim ünlü Mağara meselini boşuna yazmamıştır. Her zaman insanlığı kandırmaca, gerçeklik algısını yönlendirme girişimleri olmuştur. Fakat bütün bu girişimlere karşı hakikati dile getirenler de olmuştur. Bu hep böyledir. İnsanların hakikati algılama kapasiteleri birbirinden farklıdır ve kimileri başka bazılarından algılanan şeye karşı daha septik, daha kuşkucu olabilir. Herkes aynı şeye inanmışken birileri çıkıp hayır bu görünen şey hakikat değil diye bağırabilir. Aklıma On iki Kızgın Adam adlı meşhur film geliyor. Herkese karşı tek kişi. Ya da kral çıplak diyen çocuk.

Mc Luhan, şu ünlü pespaye düşünür, ısrarla “medya mesajdır” diyor. Bugün gerçekten de söz görselliğe yenik düşmüştür. Evimin her yerinde bir ekran. TV, bilgisayar, akıllı telefon, iPad, vs vs. Sokağa çıktığımda bir sürü ekran ve ışıklı tabelayla karşılaşırım. Algımı bir an için dinlendirmem mümkün değil. Sahneler ardı sıra… Telefonum mesaj üstüne mesaj sesiyle inlemekte. Zihnimin durup düşünmeye vakti yok bu görsel bombardımanda. Jacques Ellul’un dediği gibi, söz düşmüş aşağılanmıştır. İnsanlığı kurtarmak isteyen önce sözü kurtarmalıdır. Ama sözü kurtarabilir miyiz? Söz bu kadar aşağılanmışken yeni kuşaklar sözü kurtarmak için gerçekten birşeyler yapabilirler mi? Ya da yapmak isterler mi? Yoksa matrixlerinden memnun mu yaşayacaklar?

Bu bir ayartılma sürecidir. Eskiden panopticon vardı. Panapticon tarzı bir toplumda disiplin sağlanır, yurttaşların davranışları tek bir kalıba sokulurdu. Farklılık, çeşitlilik istenir bir şey değildi. Bugün ise panopticon değil, synopticon söz konusu. Bunun yaratılmasına kitlesel medya, hepsinden çok da televizyonun medyanın durmaksızın yükselişi neden olmuştur. Panopticon insanları zorla seyredilebilecekleri bir konuma getirirken synopticon un baskıya ihtiyacı yoktur. Bu toplum biçiminde insanlar seyretsinler diye ayartılırlar. Synopticon doğası gereği evrenseldir ve insanların seyretme eylemiyle yerellikle bağlarının kopmasına neden olur. Bedensel olarak buradayım ama ruhsal olarak siberuzayda. Yerel olarak küreselleri izlerim. İzlerim fakat ben buradayken ruhum oradaysa nasıl kendim kalabilirim? Ben kimim?

Medyanın, internetin olağanüstü ayartıcılığı geçen yüzyılın filozoflarının “Düşünme yoksunluğu” dediği şeyin zirveye oturmasını sağladı. Düşünmek, bilhassa da temaşa bugün kitlesel olarak rafa kalktı. Zaten vaktimiz yok! Gezi hadisesinde internet aracılığıyla yapılan algı yönetimi, günümüz gençlerinin bu yoksunluktan ne kadar muzdarip olduğunu bize gösterdi. Düşünme yoksunluğunun önüne geçen şey bugün yalnızca çokça okumak, özellikle de felsefe okumak ve farklı kanallardan zihinsel olarak beslenmek olabilir.

Ancak gezici gençlik acaba ne kadar okuyordur? Ya da popüler kitapların ötesine geçebiliyorlar mı? Kendilerine sunulanın ötesinde taleplere sahipler mi? Ümitsizim çünkü bu taleplerde bulunabilmek de bolca okumayı gerektirir. Medyanın bu ayartıcı ortamında da dedesinin mezarı yerine John Snow’un kırkına giden gençlerden okuyan Azizler olmalarını beklemek herhalde abartı olur.

17.07.2015, Yeni Söz

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et