Modern İnsanın Paradoksu

Modern çağın en önemli sorunu mana kaybıdır. Mana kaybı aynı zamanda bir varoluş krizidir. Modern insan son derece gelişmiş haritaları ve pusulaları ile gerçekte nereye gideceğini bilmez. Hep yönlendirmeye ihtiyaç duyar. Doğaya akın edişi, medya, tv, oyun, internet bağımlılığı, estetik takıntısı mana kaybının tezahürleridir.

Modern olmak, “Kant’ın Aydınlanma Nedir?” başlıklı yazısında geçen şu ünlü deyişinde ifadesini bulur: “Sapere aude!” Yani “bilme cesareti göster.” Modern insan gelenekten gelen kısıtlayıcı kuralları, adetleri bir yana bırakarak kendi aklını kullanan, geçmişin tecrübesine değil, bilimsel hakikatlere inanan  ‘eleştirel’ ve ‘şüpheci’ bir varlıktır. Ancak bu eleştiri ve şüphe aklın bizzat kendisine yöneltilmez. Aklın hayatımızdaki rolü hiçbir şekilde sorgulanmaz. Hayatımızı bilimsel verilere göre düzenleriz. Kent hayatı, gündelik hayatımız hatta özel hayatımız bilimin bize gösterdiği şekilde plan-lanır.

Söz gelimi modern bilimsel reçetelere göre zayıflamak için diyet yaparız, yahut vücumuzun detoksu için kimi uygulamalar. Bize göre oruç mo-dern değil, geleneksel ve dinseldir ama diyet moderndir. Bununla birlikte diyet denilen şeyin son derece dindar olan keşişlerin çileci yaşamından geldi-ğinin kimse farkına varmaz. Diyete girmek bir tür modern çileciliktir. Richard Sennet, “Beden kültürü Protestan etiğin modern biçimidir” derken dinsel kısıtlamanın seküler halinden bahsediyordu. “Güneşin altında yeni bir şey yok.”

Aşırı iletişim

Modern insan hareketi bırakır, bütün gün bürosunda oturur ve her yere arabasıyla gider. Yürümeyi yürüyen merdivenlerle, yürüyen bantlar ve asansörlerle neredeyse hayatından çıkarmıştır. Merdivenle bir yere çıkmayı ya da yürüyerek bir yere gitmeyi çoğu insan vakit kaybı görür. Halbuki aynı insan yüksek meblağlar ödediği spor salonlarında koşu bandında hareket edebilmek için bir sürü vaktini ve parasını harcar. Coğrafyanın sonun-dan söz eden Paul Virilio insanın bu trajikomik durumunu çok güzel ifade eder: “Şehirleşmiş insanlık oturan insanlığa dönüşmüştür.” Biz Virilio’nun tarifine gün boyu oturduktan sonra para ödeyerek koşan, yüzen, hareket eden insanlığı ekleyelim. Bu hareket ne kadar olsa da sınırlandırılmış bir harekettir. Başka bir Fransız düşünür David Le Breton, fiziksel ve duyusal etkinliklerinin kısıtlanmasının bireyin varoluşunu da etkilediğini, onun dünya görüşünü çürüttüğünü, gerçeklik algısını zayıflattığını ve bir süre sonra onu rahatsız ettiğini söyler. Bu aynı zamanda bedenin aşağılanması ve göz ardı edilmesidir.

Yabanın icadı

Hız modern insanın tutkularından birisidir. Hızla bir yerden bir yere gidebilmek için otobanlar inşa eder, hız yapan yüksek motor gücüne sahip arabalar satın alırız. Ancak şehir trafiğinde bu hızlı arabaların içinde saatlerimizi harcarız. Modern insan kolayca ve hızla iletişim kurabilmek için her yeri kitle iletişim araçları ve ağlarıyla donatır, en üst seviyede dijital teknoloji kullanır fakat asansörde komşusuyla karşılaştığında onunla göz göze gelmekten kaçınır. Bugün pek çok araştırma dijital teknolojinin bizi yakınlarımızdaki insanlardan gittikçe daha fazla uzaklaştırdığına dair bulgular ortaya koyuyor. Aşırı iletişimden birbirimizle iletişime geçemiyoruz. Söylediklerim artık genç olmayan ve gittikçe yaşlanan birinin huysuzlukları gibi görünebilir ama ben bir sosyologun gözüyle yazıyorum. Başka bir önemli sosyologun, Alman sosyolog Max Weber’in sosyoloji yazılarında modern insanla yerli insanı karşılaştırdığı o ünlü pasajı da hatırlatmak isterim. Bir yerli elindeki ok ve yayın ne işe yaradığını, işlevini, hammaddesini, varoluş amacını bilir ancak modern insanın trene binerken veya bir makineyi kullanırken ne mevcut fizik kurallarını bilmeye ihtiyacı vardır ne de onların varoluş amacını. Biz hızlı trenlere binip gidiyoruz. Böylece mesafeleri kısaltıp zamandan tasarruf ediyoruz ancak aynı oranda fiziksel dünyanın çeşitliliğini deneyimleme olanağından yoksun kalıp bu yetimizi gittikçe köreltiyoruz. Arkadaşlarımızla saatlerce hızla mesajlaşıyoruz ama gerçek bir dostluğun, gerçek bir sohbetin hayatımızda pek bir izi yok. Kaçımız sıkıcı kış gecelerinde bir evde toplanıp çay bardaklarının şıkırtısıyla hakiki bir sohbete dahil olabiliyoruz?

Bir de doğa yürüyüşçüleri var. Doğayı modern hayatın kaosundan kaçarak bir tapınak haline getirenler. Hafta sonları AVM’lerde aradığını bu-lamayan, aşırı derecede sıkılan insanlar akın akın dağlara, tepelere, ormanlara, derelere koşuyor. Toprağa dönmek isteyen insanlar için sürekli yeni yürüyüş grupları oluşturuluyor ve doğayı ziyaret eden çeşitli organizasyonlar planlanıyor. Doğada hayatta kalma üzerine dersler, belgeseller, kitapçık-lar. Çeşit çeşit trekking, tırmanma malzemeleri. Ne de olsa insanlar modern teknolojik dünyada yaşadıkları için nasıl yiyecek yetiştireceklerini ya da bulacaklarını, yayan nasıl dolaşacaklarını, yollarını doğada nasıl bulacaklarını, nasıl inşa edeceklerini çoktan unuttular. Yeniden keşfetmeleri gerek. Medenileşmiş insanlar doğayı barbarlar gibi istila eder hafta sonları. Doğa yabanı yüceltenlerin yeni tapınağı. Aslında “yaban” kavramı da modern-dir. Tarihçi Rodercik Nash “yabanı medeniyet icat etti” diye yazar. Neden diye sorulacak olursa Nash yabana ait kelimelerin avcı toplayıcı halkların dilinde mevcut olmadığını söyler. Modern ve yaban ayrımı modern bir ayrımdır. Modern insanın icadıdır. Patikalar üzerine harikulade bir kitap yaz-mış olan Robert Moor bakın ne diyor: “Tarımın yükselişinden yüzyıllar sonra, işlenmiş topraklarımızı karanlıkta, pusuda yatan her neyse ondan korumak için çitler çektik. Ne var ki toprağın işlendiği alan doymak bilmez bir şekilde yayılmaya devam etti, ta ki en sonunda (tam tersi olması gerektiği halde) yabanı tehdit eder hale gelinceye kadar. Sonra yabanı bizden korumak için onu çitle çevirmeye başladık. Bariz nedenlerden ötürü bu değişim, ormanlarını bin yıl önce tecrit etmeye başlamış olan Britanya adasında, görünüşte ucu bucağı olmayan Amerika kıtasına oranla çok daha erken gerçekleşti.” Moor’a göre sanayileşmenin pis atıklarının ortasında zehirlenen insanlık yabanın temizliği ve sağlığı temsil ettiğini düşünmeye başladı. Yaban vahşi, acımasız ve kötü bir şeyken iyi ve kutsal bir şey haline gelmeye başladı. Dolayısıyla doğa beyaz adam için yabandır (Luther). Aslında şurada doğal dünya burada beşeri dünya var demenin kendisi dilsel bir inşa, dilsel bir kurgudur. Tabula rasa da dilsel bir kurgu.

Donatılmış insan ve doğa

Doğada olmak bugün ne kadar doğaldır? Doğayı yürüyerek kat eden, doğayı tapınağı sayan ve onu kutsallaştıran insan modern teknolojiyi de beraberinde götürmektedir. Doğada modern teknolojiyle donatılmış şekilde gezmektedir: cep telefonu, sinyal vericiler, mp3 (yeni adı nedir bilmiyo-rum), ünlü markaların ürettiği spor ayakkabılar, çantalar, UV korumalı gözlükler, su geçirmez pantolonlar, şapka, kulaklık ve tozluklar, el ve yüz için güneşten koruyucu çok faktörlü UVB filter kremler, dört mevsim kamp çadırları, soğuk ya da sıcağı muhafaza eden son teknoloji termos ya da mata-ralar, enerji içecekleri, zamandan, yerden ve ağırlıktan tasarruf etmek için fabrika üretimi hazır konserveler, kraker, cips ve kahvaltılık gevrekler, açık havada kızartılacak sucuk, salam, sosis vs. vs. (Modern çağda yaşayan bir birey ve bu satırların yazarı olarak yukarıda yazılan teknolojik aletlerin bir kısmına sahip olduğumu ve çağdaşlarımın dünyevi oyalanmalarına katıldığımı –kitap okumak için sürekli masada oturduğum için bir spor salo-nuna üyeyim ve arada dağda yürüyüş gruplarına katılıyorum- itiraf etmeliyim)

Beden bir yanılsama

Modern insan paradokslar içinde yaşar. Bedenini ve ortamını değiştirerek hayatını değiştirmek ister. Hayatın sıradan, gündelik rutinine katlana-maz. Bu durum şaşırtıcı değildir. Çünkü insanın bütünlüğünün bozulması modern toplumun getirdiği temel sorunlardan birisidir. Filozof Max Scheler insana ilişkin derinlikli bir görüş geliştirememizden İnsanın Kozmostaki Yeri adlı ünlü eserinde bahseder. Scheler’in dediği gibi, modern çağda insanın fiziği, biyolojisi, psikolojisi vb. hakkında bir sürü uzmanlık dalına sahibizdir ve bu dalların her biri insan hakkında bir şey söyler. Fakat insan kimdir? Varoluştaki amacı nedir? gibi sorulara bütünlüklü hiçbir cevap veremeyiz. Bu bilim dalları gelişirken kendisiyle birlikte maddi hayatı geliştirir fakat mana hayatına dair bize hiçbir şey söylemez, söyleyemez. Modern çağın en önemli sorunu mana kaybıdır. Mana kaybı aynı zamanda bir varoluş krizidir. Modern insan son derece gelişmiş haritaları ve pusulaları ile gerçekte nereye gideceğini bilmez. Hep yönlendirmeye ihtiyaç duyar. Doğaya akın edişi, medya, tv, oyun, internet bağımlılığı, estetik takıntısı mana kaybının tezahürleridir. Toplumsal anlam sistemlerinin gözden düşmesi diyor David Le Breton, benliğe daha çok yoğunlaşmaya yol açar: İnsan bedenine, görünümüne ve duygularına kapanır. Bireyin inandığı ve bağlandığı tek şey bedenidir. Ancak beden de bir yanılsama. Bedenin ne tür bir kimliğe bürüneceği ayrı bir sorundur.

Hülasa modern insan paradokslarıyla yaşar. Teknoloji onu kontrol eder, sınırlar, doğasına yabancılaştırır ama o teknolojisiz de yapamaz. Kimse makine dururken bulaşıkları elinde yıkamak istemez. Ancak mana arayışına teknolojik gelişme cevap veremediğinden insan yine de belirsizliğe mah-kumdur. O sürekli arayan ve sendeleyendir. Bu onun trajik kaderidir. Belki de Alman şair Goethe’nin söylediği doğrudur: “Aramak ve sendelemek iyidir, çünkü ancak arayarak ve sendeleyerek öğreniriz.”

Doç. Dr. Bengül Güngörmez/ Uludağ Üniversitesi Sosyoloji Bölümü

02.03.2019, Star – Açık Görüş

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et