İhsan Eliaçık okuyabildiğim ve anladığım kadarıyla, özetle “gerçek İslam bu değildir” üzerinden düşüncelerini paylaşıyor. Kendisiyle ayet, hadis, din tarihi üzerinden bir tartışma yapacak uzmanlığım yok. Konu da bu değil zaten.
Konu, onun ne yazdığı değil; yazabilme özgürlüğü ve hakkının yanında olmak. Konu, düşüncelerinden dolayı hiç kimsenin suçlanmadığı ve başta kamu otoriteleri olmak üzere kimse tarafından bir yaptırımla karşılaşılmadığı özgürlükçü ve çoğulcu bir kamu düzenini hatırlatmak.
Diyanet rahatsız olduğu bir yazarın görüşleri hakkında fikir beyan etmesi, kamuoyunu aydınlatması imkânları varken, kabul edilemez bir yol deniyor: Kitapların imha edilmesi… Anlaşılan bu bir ilk de değilmiş. Diyanetin bu tutumu her şeyden bağımsız olarak kendi görüşlerine, belki de kendi doğrularına bir haksızlıktır. Zira bir doğrunun en büyük ispatı onun eleştirilebilir olmasıdır. Böylesi bir ispat ise yasakçılıkla değil; ifade özgürlüğüyle mümkün olduğu açıktır. Bu durumda Diyanet’in İslam dini açısından zararlı gördüğü bir unsuru yasaklaması değil; yasaklanmasının karşısında durması gerekiyor.
Medyadan öğrenebildiğimiz kadarı ile Diyanet’in hukuk müşavirliği 26.01.2023 tarihinde Eliaçık’ın Yaşayan Kur’an isimli eserinin İslam dininin temel nitelikleri açısından sakıncalı unsurlar içerdiği gerekçesiyle yasaklanmasını istiyor. 06.02.2023 tarihinde, yani 7 iş gününde, ilgili hâkim ise Diyanet’in talebini haklı bularak 5187 Sayılı Basın Kanunu’nun 25/2 maddesi uyarınca söz konusu eserin basım ve dağıtımın yasaklanması, eserin toplanması ve imha edilmesi kararı veriyor.
Hâkimin 7 iş gününde hızlıca karar vermiş olması takdire şayan olsa da verdiği karar ifade hürriyetini zedelemiştir. Hâkimin kararı demokratik bir hukuk devletinde kabul edilebilir bir nitelikte de değildir. Diyanetin kendilerini rahatsız eden ve İslam dini açısından sakıncalı gördükleri bir kitap hakkında düşüncelerini açıklama, sakıncalı yönlerini teşhir etme, kamuoyunu bilgilendirme ya da kınama gibi daha anlamlı yollara başvurmak yerine söz konusu kitapların yasaklanmasını, toplatılmasını ve imhasını isteme yolunu seçmiş olması her şeyden bağımsız olarak ayıptır. Söz konusu karar üst mahkemece iptal edilse dahi bu karar Diyanet ve bağlı bulunduğu siyasî iktidar üzerinde kalacak olan bir ayıptır. İnsanların dinî konulardaki görüşlerinin özgürce yayınlanmasının yolu Diyanet’in oluruna bağlı olacaksa buradan Ortaçağ Avrupası Kilise deneyimleri ya da ne düşünülmesi gerektiği iddiasına dayanan totaliter bir düzene kadar ilginç sonuçlar çıkacaktır.
Eser toplatılmasının kendi içinde taşıdığı ahlâkî sorunların dışında eserin toplatılmasına gerekçe gösterilen 5187 Sayılı Basın Kanunu’nun 25/2 maddesine bakmak kararın hukukî olmadığının da anlaşılması açısından yeterli olsa gerekir.
“El koyma, dağıtım ve satış” yasağı ismini taşıyan 5187 Sayılı Basın Kanunu’nun 25’inci maddesinde sayılan suçlarla ilgili basılmış eserler hâkim kararıyla toplatılabilir. Söz konusu maddenin hükümlerine bakıldığında; bir kitabın toplatılması veya yasaklanması kararı verilebilmesi için söz konusu kitabın Atatürk aleyhine bir suçu konu etmiş olması, Anayasa’nın inkılap kanunlarının korunması başlıklı 174’üncü maddesinde sayılan hükümlere aykırı olması, Türk Ceza Kanunu’nun devlet kuvvetleri aleyhine işlenen suçlar başlığında düzenlen Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin feshine varan ayaklanma ve askerî kurumlara karşı bir suçu içeriyor olması, Türk Ceza Kanunu’nun düzenlemiş olduğu suç işlemeye tahrik, korku ve panik yaratma amacıyla tehdit edilmesini içeriyor olması ve 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu’nda geçen terör örgütünün şiddet gibi yöntemlerinin meşru görülmesi gerekmektedir.
Medyascope isimli internet sitesinde hâkimin söz konusu kararı paylaşıldı. Kararda hâkim söz konusu kitabın İslam dini açısından sakıncalı unsurlar taşıdığının anlaşıldığını ve 5187 Sayılı Basın Kanunu’nun 25/2 maddesi uyarınca kitabın yasaklanması ve toplatılması kararı veriyor. Hangi unsurların İslam dini açısından sakıncalı olduğu anlaşılmamaktadır. Bir eserin toplatılması konularını içeren düzenlemenin hükmü arasındaysa İslam dinine aykırı bir içerik yer almamaktadır.
Diğer taraftan Anayasa’nın 10’uncu maddesine göre; herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Anayasa’nın 26’ıncı maddesi herkesin, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahip olduğunu ifade etmektedir. Anayasa’nın 29’uncu maddesi ise kanun, haber, düşünce ve kanaatlerin serbestçe yayımlanmasını engelleyici veya zorlaştırıcı siyasal, ekonomik, malî ve teknik şartlar koyamaz gibi hükümler taşımaktadır.
Bir eserin devlet zoruyla toplatılmayla karşılaşmaması için Diyanetin olurundan geçmesi gerekiyorsa o zaman Anayasa’nın işaret ettiği her felsefî inanç ve saire eşit olma imkânı kalmaz. Burada Diyanet’in daha eşit olduğu bir sonuç çıkar. Anayasa’nın 15’inci maddesine göre savaş, seferberlik gibi olağanüstü hallerde dahi dokunulmaz bazı haklar bulunmaktadır. Bu haklardan birisi kimsenin din, vicdan, düşünce ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamayacağı ve bunlardan dolayı suçlanamayacağıdır. Söz konusu eserin yasaklanmasıyla olağan bir dönemde dahi Diyanet Eliaçık’ın kanaatinden dolayı suçlanmasını talep etmiş olmakta ve hâkim tarafından bu talep haklı görülmektedir.
Diyanet’in bir kamu kuruluşu olması vesilesiyle Anayasa’da belirtilen kanaat ve görüşlerin özgürce dolaşımı önünde engel olmaması demokratik bir hukuk devletinin doğal gereğiyken, Diyanet’in uygun görmediği bir eserin toplatılması işinde sebep unsur olması kabul edilebilir değildir. İnsanların temel hak ve hürriyetlerini korumakla görevli mahkemede hâkimin çelişkili bir gerekçe ve bir satır yazıyla bunları koruyamamasının mahkemelere olan güvensizliği artıracağı da açıktır.
Bütün bunların ötesinde eğer karar mevzuata uygun olsaydı bile şiddet içermeyen, kamuoyunu kin ve düşmanlığa teşvik etmeyen veya şiddeti övmeyen bir eserin yasaklanması, toplatılması ve imha edilmesi yine de doğru bir karar olmaz idi. Bu konuda Hürriyet Üstüne isimli eserinde John Stuart Mill’in birkaç tespitiyle utanç verici olan bu karar hakkındaki yazımı noktalamış olayım.
Mill’e göre kamu otoriteleri tarafından gerçekleşen yasaklamaların bir sebebi hatanın yayılmasının önüne geçmektir. Ona göre böylesi bir gerekçe en büyük yanılmazlık iddiasıdır. Ona göre insanlar kullansınlar diye muhakeme gücüne sahiptirler. Bu muhakeme gücünün hatalı biçimde kullanılma olasılığının doğal sonucu insanlara “onu kullanma” demek değildir. Bir düşüncenin doğru olduğunu varsaymamızı haklı kılan esas şart, başkalarının bizim fikrimizin aksini söyleme ve onun yanlışlığını ispat etme hususlarında tam özgürlüğe sahip bulunmasıdır. Mill bize düşünce ve ifade özgürlüğünün insanlığın bütün mutluluklarına kaynaklık eden düşünsel mutluluk için dört gerekçe hatırlatmaktadır. Birincisi yasaklanan düşünce bize rağmen doğru olabilir. İkincisi yasaklanan düşünce yanlış olsa dahi bunda bir kısım hakikat olabilir. Üçüncüsü kesin doğrulara karşı itirazlara tahammül etmek gerekir. Dördüncüsü ifade özgürlüğü olmadığında sizin doğrularınız bir doğma halini alır ve insanlar açısından sadece görünüşte bir kabul hali alır.
En başta dediğim gibi İhsan Eliaçık’ın tefsirini İslam dini açısından tartışacak bir bilgi birikimim yok. Ama devlet ve çoğunluk gücüne dayanarak bir düşüncenin yasaklanmasının İslam dinine verilecek zararlı bir unsur olduğunu biliyorum. Söz konusu karar üst mahkeme tarafından bozulsa bile Diyanet’in böylesi bir yasakçılığın içinde olması tek başına kötüdür ve kınanmaya değerdir.