Anayasa Mahkemesi geçenlerde 4’e karşı 12 oyla bir karar verdi. Bir yerel mahkemeden gelen başvuru üzerine eşitliğe aykırılık gerekçesiyle Türk Ceza Kanunu’nun 230. Maddesinin 5. ve 6. Fıkralarının iptaline hükmetti.
Söz konusu düzenleme resmi nikahtan önce dini nikah yaptıran çiftlere ve bu nikahı kıyan kişiye 2 aydan 6 aya kadar hapis cezası öngörüyordu.
Bu karar karşısında üç farklı tepki gösterildi. İlk gruptakiler kararı memnuniyetle karşıladılar. Mahkemenin “nikahsız yaşayanlara herhangi bir ceza öngörülmemesine rağmen, dini nikah yaptıranların cezalandırılmasını eşitlik ilkesine aykırı” bulan gerekçesine katıldılar. Ayrıca, mevcut düzenleme ile bireylerin din ve vicdan özgürlüğünü ihlal ediyor ve bireylerin özel hayatına müdahale ediliyor olduğu gerekçesiyle Mahkemenin kararını desteklediler.
İkinci bir grup “eyvah şeriat geliyor” yaygarası koparak karara karşı çıktı. Geçmişle kıyaslandığında bu tipte tepki gösterenlerin hem sayıları hem itibarları oldukça zayıfladı.
Üçüncü gruptakiler kararın resmi nikahı azaltacağı, dolayısıyla kadın ve çocukların yasal bir takım haklardan yararlanamayacakları için mağdur olabilecekleri endişesini dile getirdiler. Bu gerekçeyle mevcut düzenlemenin kaldırılmasından memnun olmadılar.
İlk olarak mahkemenin kararı doğrudur ve söz konusu düzenlemenin iptali özgürlükler bakımından ileri bir adımdır. Mahkemenin anayasaya uygunluk bakımından gösterdiği gerekçeler yerinde görünüyor. Ancak anayasal uygunluğun ötesinde ahlaki temellendirme bakımından da karar doğrudur.
Öyledir çünkü, üçüncü kişilere zarar vermeyen ve kişilerin rızasını içeren bir eyleme ceza verilmesi ahlâken meşrulaştırılması mümkün olmayan bir düzenlemedir. Ahlaken savunulabilir bir ceza sisteminde, bir ceza ancak diğer kişilerin hak ve özgürlüklerinin ihlali ve söz konusu kişilere yönelik verilmiş bir zararın bulunması durumunda haklı görülebilir.
Bir çiftin resmi nikahtan önce inançları veya gelenekleri gereği dini bir tören yapmaları kime nasıl bir zarar verebilir? Açıktır ki, bu örnekte başka bir kişiye verilmiş herhangi bir zarar ve yapılmış bir hak ihlali söz konusu değildir. Peki neden böyle bir düzenleme yapıldı ve hala bu düzenlemenin doğru olduğunu savunanlar mevcut?
Cumhuriyet esasen jakoben bir modernleşme projesini kendine resmi ideoloji olarak benimsemişti. Temel amaç medeniyet olarak tanımlanan Batılı toplumlar gibi “görünen” bir toplum inşa etmekti.
Bu inşanın taşıyıcı sütunu olarak toplumun devlet eliyle ve zorla sekülerleştirilmesini içeren laisizm oluşturuyordu. Rejim bu çerçevede, yasalar ve cezalar yoluyla, toplumda kökleşmiş ve İslamiyet tarafından şekillendirilmiş veya dine referansla tanımlanmış neredeyse her kurum, uygulama, gelenek ve davranışa karşı tavizsiz bir mücadele yürüttü.
Aslında, bu modernleştirme projesi sofistike ve bilinçli bir sekülerleştirme gayretinden ziyade, kaba saba bir şekilde Batının kopyala-yapıştır tarzı bir taklidinin çıkarılmasından ibaretti. Neredeyse her alanda yapılan çeşitli değişiklikler, İslami kültür ve geleneğin ortadan kaldırılması veya etkisinin azaltılması amacına hizmet ettiği sürece vazgeçilmez görüldü.
Giyim kuşamdan dini eğitime, alfabe ve dilden ölçü birimleri ve takvime, hatta ibadetlere kadar neredeyse her alanda Batılı olanın tavizsiz benimsenmesi söz konusuydu. Buradan geriye doğru bakınca, Doğulu olma gerçeğinden umutsuz bir kaçış olarak görülen bu hikaye, ortaya çıkacak bir sahte-taklit sekülerliği elde edebilmek uğruna çoğu acımasızlığa dönüşen uygulamalar ile ağır ve caydırıcı yasalardan medet umdu.
Dini nikah konusu da toplumu zorla dönüştürme projesinin küçük programlarından birisidir. Resmi nikah yaptırmadan yapılacak dini nikaha ceza vermek ne hak temelli ne de çıkar temelli gerekçelerden hareketle ahlaken meşrulaştırılamaz. Gerçi bu yasağı koyanların bu tür bir haklılaştırma dertleri olmadı hiç bir zaman.
Ancak, bazıları bu yasağı kadınların ve çocukların haklarının korunmasını gerekçe göstererek savunmaya çalışıyorlar.
Bu konuda endişe ettiklerini söyleyenler, yasağın kalkması ile kadın ve çocukların hakları bakımından bir gerileme yaşanacağını savunuyorlar. Buna göre, zorla da olsa yaptırılan resmi nikahın kadın ve çocukların yasalarla düzenlenmiş medeni haklarının garanti altına alınmasına hizmet ediyordu. Bu yasak kalktığında insanların bir kısmı sadece dini nikahı yeterli görecek, böylece kadınlar ve çocuklar Medeni Kanunun korumasından yararlanamayacak.
İlk bakışta doğru görünüyor, ancak ilk görüntü hatalı. Bu insanlar (eğer samimi iseler) kadınların ve çocukların hakları için gerçekten endişeleniliyorlarsa, hakları korumanın hem kolay hem de yasaksız bir yolu mevcut. Bu değişikliğin resmi nikah oranını düşüreceği konusunda ciddi bir risk görenlerin dini nikahın yasaklanmasını değil, “dini nikah”ın “belediye nikahı” ile birlikte resmi nikah kategorisine alınmasını savunmaları tutarlı olurdu.
Dini nikahla ilgili hak kaybı, bu nikahın resmi olarak kabul görmemesi ve resmi olarak kayıt altına alınmamasından kaynaklanıyor. Herhalde nikah esnasında yapılan dualar bu hak kaybını yaratmıyor. Öyleyse önerilecek çözüm bireysel hakları ihlal ederek yasak getirmek değil, bu nikahın resmileştirilmesi olmalıydı.
Ben şahsen böyle ciddi bir risk görmüyorum. Toplum resmi nikahı benimsedi, ancak büyük bir kesimi “ayrıca bir tören olarak” dini nikahı yapmaktan da vazgeçmek istemedi. Yasağın kalkması özgürlükler bakımından gerekli olduğu gibi, sosyolojik bakımdan da herhangi bir ekstra sorun yaratacak gibi görünmüyor. Ancak, aksi düşünülüyorsa dini nikahın resmileştirilmesi en uygun yoldur.
*Doç. Dr., Kırıkkale Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü
03.06.2015, Yeni Söz