Demokrasi teorisinde “radikal demokrasi” ve “müzakereci demokrasi” gibi gözde önerilerin tartışıldığı günümüzde “temsili demokrasi” üzerinde odaklaşan bir yazı kaleme almak birçoklarına gündemin gerisinde kalmak gibi gelebilir. Ne var ki, bütün çekiciliklerine rağmen, bu önerilerin de kendi içlerinde birçok problem taşıdıkları yine demokrasi teorisinden rahatlıkla anlaşılabilir. Ben de daha önceki bir kaç yazımda özellikle Habermas’cı müzekereci demokrasi teorisinin sorunlarına dikkat çekmiştim (bkz. Star, 28 Mart ve 4 Nisan 2009). Ayrıca, bu gibi yeni teorilerin oy verme ve temsil mekanizmalarını reddetmedikleri, hatta temsili demokrasi kurumlarını veri alan bir zemin üzerine oturdukları da açıktır. Onun için, Batı dünyasında hakim model olmaya devam eden temsili demokrasi halâ üzerinde düşünülmeye değer bir konudur.
Evet, günümüz demokrasileri esas itibariyle temsili demokrasilerdir. Temsili demokrasilerin özelliği, kamu hayatıyla ilgili temel siyasi kararları doğrudan doğruya halkın/seçmenlerin değil de, onları temsil etmek üzere seçilen siyasi organların (parlamento ve hükümetin) almasıdır. Birçok çağdaş (temsili) demokraside “referandum” ve “halk inisiyatifi” gibi bazı doğrudan demokrasi yöntemlerine de yer verilmekle beraber, temsili rejimler için bunlar karakteristik olmaktan ziyade istisnai veya arızidirler.
Bu sistemlerde halkın kendi işlerini doğrudan doğruya kendisinin kararlaştırmaması (ve yürütmemesi) nedeniyle, temsili rejimlerin sahiden “demokratik” olup olmadıkları hep tartışmalı olmuştur. Öyle ya, demokrasi eğer “halkın halk tarafından yönetimi” ise, halkın hem kendi yasasını kendisinin koyması hem de onu yine kendisinin uygulaması gerekir. Oysa, temsili rejimlerde her iki işlevi de, “halk”ın içinden çıkmış olsalar da, nihayet bir azınlık olan kişiler (temsilciler) yerine getirmektedir.
Mamafih, temsil teorisi açısından buna şöyle cevap verilebilir: Temsilciler “halk”ı çıkarları ve ideolojik eğilimleri bakımından bihakkın temsil ediyorlarsa, o zaman onlarla temsil ettikleri varsayılan “halk” arasında pratikte bir fark olmaz. Başka bir anlatımla, böyle bir durumda temsilcileri “halk” gibi addedebiliriz; yeter ki, temsilcileri belirleme yöntemi onlarla halk arasında özdeşlik kurmamıza imkân versin. Meselâ, temsilcilerin halkın “mikrokozmu” olmasını öngören bir seçim sisteminin bu özdeşliği sağlayacağı düşünülebilir.
Mikrokozmik Temsil Ve Sorunları
Mikrokozmik temsil, temsil edenin temsil edilene benzemesi gerektiği fikrinden hareket eder. Bu da temsilcilerin bir bütün olarak nüfusun kompozisyonunu yansıtmasını gerektirir. Çünkü, sadece belirli bir gruptan gelen ve bu grubun tecrübelerini paylaşan kişiler o grubun çıkarlarıyla tam olarak özdeşleşebilir. Bu yaklaşıma göre, toplumun bir mikrokozmunu teşkil etmesi gereken temsili meclisin üyeleri (sosyal sınıf, cinsiyet, din, etnisite, yaş vb. bakımlardan) toplumdaki bütün grup ve kesimlerden kişiler olmalı ve sayı bakımından bu grupların toplum içindeki büyüklükleriyle orantılı olmalıdır. İşçi sınıfı, kadınlar ve ırki azınlıklar gibi grupların temel kurumlardaki yüksek mevkilerde “eksik temsil” edilmesi onların çıkarlarının gözardı edilmesiyle sonuçlanır.
Mamafih, mikrokozmik temsille ilgili ciddi sakıncalar da vardır. Bir kere, bu model temsili dışlayıcı ve dar biçimde tasvir etmektedir; yani, kadınları ancak bir kadının, siyahları ancak bir siyahın, işçileri ancak bir işçinin vd. temsil edebileceğini kabul eder. Oysa, eğer bütün temsilciler sadece içinden geldikleri grupların çıkarlarını artırırsa, o zaman “ortak iyi”yi veya kapsayıcı bir “kamu yararı”nı temin etmek hiç de kolay olmaz. İkincisi, mikrokozmik ideale ancak seçmen tercihine ve bireysel özgürlüğe güçlü kısıtlamalar getirmek suretiyle ulaşılabilir. Temsil adına, siyasi partiler kadın veya azınlık adaylar kotası belirlemeye zorlanabilir, belirli kökenlerden gelen adaylar hatırına seçmenlerin tercihleri göz ardı edilebilir. Daha dramatik olarak, seçmenlerin sınıf, cinsiyet, ırk ve benzerine göre tasnif edilmesi zorunlu olabilir ve seçmenlerin sadece kendi gruplarından olan adaylara oy vermelerine izin verilebilir.
“Halk” Tasavvurları
Temsil kurumunu demokrasiyle bağdaştırmanın “teorik” bir yolu daha var ki o da “halk”ı kolektif bir bütün olarak tasarlamaktır. Eğer halkın onu oluşturan birey ve gruplardan ayrı bir varlığı ve iradesi varsa, o zaman halkı temsil eden kurum ile halkın kendisi aynı şey olur ve dolayısıyla temsilcilerin halk adına karar verdiğini kabul etmek mümkün hale gelir. Belirtmek gerekir ki, böyle bir halk tasavvuru en iyi “milli egemenlik” anlayışıyla bağdaşır. Çünkü, “millet” veya “ulus”, tanımı gereği, kendi içinde uyumlu bir bütünü ifade etmektedir, dolayısıyla “milli irade” de halkın iradesinden başka bir şey değildir. Bu anlayışın taşıdığı baskıcı potansiyeli görmek zor olmasa gerektir.
Buna karşılık, bireyci halk tasavvuru bakımından aynısı söylenemez. Çünkü, bu anlayışta halk, her biri özerk kararlar alma hakkına sahip olan özgür ve eşit bireylerin bir toplamından ibaret görünür. Bu aşağı yukarı Anglo-Amerikan geleneğindeki anlayıştır. Bireyci halk tasavvurunu ciddiye alırsak, bunun halkın temsilini mümkün görmemesi gerekir. Onun için, “demokrasinin imkânsızlığı” teoreminin meselâ Kıt’a Avrupa’sında –diyelim Fransa’da- değil de Anglo-Amerikan dünyasında geliştirilmiş olması şaşırtıcı değildir. Başka bir ifadeyle, bu anlayış açısından “çoğunlukçu demokrasi” demokrasi sayılamaz; çünkü halk yekpare bir bütün olmayıp, çıkarları ve değerleri birbirinden farklı olan çok sayıda bireylerden oluştuğu için, demokrasi ancak bunların hepsinin mutabakatı halinde söz konusu olabilir. Aksi halde demokrasiden değil, çoğunluğun azınlıkta kalanlara hükmetmesinden –hatta diktasından- söz etmek gerekir.
Demokrasiyle Temsili Bağdaştırmanın Yolu
Peki ama “temsili demokrasi”nin demokrasi olmak bakımından hiç mi değeri yoktur? Başka bir anlatımla, bu çıkmazdan kurtulmanın bir yolu var mıdır?… Bu sorulara olumlu cevap vermekte kararlıysak, bunu sanırım şu dört şartla yapabiliriz:
(1) Demokrasinin tanımı bakımından, halkın doğrudan doğruya kendini yönetmesi kadar, yönetimin yapıp-ettiklerinden dolayı halka karşı sorumlu tutulabilmesi de önemlidir. Bu sayede halkın onaylamadığı kadrolar yönetim mevkiinde kalamaz ve temsilcilerin halkın talep ve beklentilerine karşı duyarlı olmaktan başka çareleri yoktur. Böylece halkın kamu politikalarını yönlendirmesi mümkün hale gelir. İşte, temsili rejimler yönetenlerin kim olacağının halk tarafından belirlenmesini ve onların izleyecekleri siyasetlerin halkla uyumu içinde olmasını sağlamaları bakımından, temsili rejimlerin “demokratik” olduklarını halâ iddia edebiliriz.
(2) Temsili rejimleri demokrasi fikriyle uyumlulaştırmanın bir yolu da kamusal yoldan kararlaştırılması gereken sorunların alanını daraltmak olabilir. Bunun pratik anlamı, temsilcilerin yetki alanını sınırlamaktır. Bu sayede, doğrudan doğruya halkın kendisinin (vatandaşların) kararlaştıracağı konuların kapsamı daha geniş tutulabilir. Bu aynı zamanda siyasi otoritenin müdahale etmemesi gereken temel haklar ve hukuk güvencelerinin tahkim edilmesi anlamına gelir. Bu, “liberal” demokrasilerin arkasında yatan temel düşüncedir.
(3) Bütün topluma şamil (“ulusal”) ölçekte belirlenmesi gereken politikaları sınırlı tutmak ve çoğu kamusal kararın ölçeği küçültülmüş bölgesel ve yerel düzeylerde alınmasına imkân vermek yoluyla da temsili rejimlerin “demokrasi eksiği” telâfi edilebilir. Bu da idari ve hatta siyasi adem-i merkeziyetçi düzenlemelerin demokrasi olmak iddiasındaki temsili rejimler için ilkesel bir zorunluluk olduğu anlamına gelir.
(4) Nihayet, oybirliğine dayanmayan kamusal politikaların belirlenmesinde azınlıklara veto hakkı tanımak, temsili yönetimlerin “çoğunluğun (azınlığa) hakimiyeti” şeklinde işlemesini önlemenin bir yolu olabilir. “Azınlıklar” sözü ilk bakışta etnik-kültürel azınlıkları çağrıştırmakla beraber, burada kastedilen sadece –veya her halükârda- bunlar değildir. Kişiler ve gruplar dünya görüşü, ideoloji ve çıkarlar açısından da sayısal olarak azlıkta olabilirler. “Mevsuf çoğunluk”la karar alınmasını öngören bütün mekanizmaların arkasında aslında bu düşünce yatmaktadır. Ama eğer “oybirliği” kaygısını ciddiye alırsak, genellikle anayasa-yapımı veya anayasa değişikliği usulünde başvurulan bu yöntemin kanunlara da teşmil edilmesi gerekir.
(Star-Açık Görüş, 29 Ağustos 2010)