Hızlı çekim bir film seyrediyor gibiyiz.
Başımızı döndüren gelişmelerin her biri kendi başına çok önemli:
Yüz yıllık bir düşmanlık son buluyor. Ermeniler ve Türkler; bin yıldır kardeş olan iki halk tekrar kucaklaşma arifesinde. Tedirgin, tutuk, temkinli adımlarla elbette; ama birbirine doğru yürüyorlar.
Daha on yıl önce diş bilediğimiz Suriye’yle aramızdaki sınırı kaldırıyoruz.
Korkulu rüyamız Kuzey Irak’ın Kürt yöneticileriyle gün aşırı görüşüyor; ortak planlar yapıyor; ortak gelecek tasarlıyoruz.
Bizi dünya alemden koparıp kendi içimize hapseden sorunlar bir bir çözüldükçe kronik iç sorunlarımızı da daha rahat ve daha cesaretle ele alabildiğimizi görüyoruz.
Yarım yüzyıldır hesaplaşamadığımız derin devletle hesaplaşmaya girişiyoruz.
Takrir-i Sükûn’dan beri kronikleşen Kürt sorununa neşter atmaya cesaret ediyoruz.
Türkiye’yi darbeler ülkesi olmaktan çıkarıyoruz.
Atanmışlar iktidarından seçilmişler iktidarına doğru evriliyoruz.
Vee bütün bunları üç-beş sene gibi kısa bir zamanda yapıyoruz.
Ve o zaman hayretle şunu fark ediyoruz:
Demek bütün bunlar yapılabilirmiş!
Değişim mümkünmüş.
Bütün korkular bir aldatmaca; bütün tabular birer tarla korkuluğuymuş.
Önümüze çizildiğini zannettiğimiz bütün kırmızı çizgiler zahiriymiş.
Evet, yaşanan gelişmelerin her biri birbirinden önemli. Ama onların hepsinden daha önemli olan şey, bizim bu. Yani bizim değişebileceğimiz gerçeğini görmemiz. Türkiye’nin bütün tıpalarını atabileceğine, en çözülmez sanılan sorunlarımızı bile çözebileceğimize; hiçbir şeyin böyle geldi diye böyle gitmek zorunda olmadığına gözlerimizle şahit olmamız…
Bir toplum için bundan daha değerli bir ders olabilir mi?
Bir toplumun kendine olan güvenini tazelemesi için; şevke gelmesi için; bundan sonraki sorunların da çözümünü sağlayacak olan bir bilinç sıçraması yaşaması için; geleceğe umutla bakması için daha iyi bir ders olabilir mi?
Devletin değişmeyen zihniyeti ve politikaları yüzünden o kadar uzun süre, o kadar az değişti ki bu ülke; artık neredeyse hepimiz statükonun bu ülkenin yazgısı olduğunu sanmaya başlamıştık.
Oysa şimdi biliyoruz ki, hiç de öyle değilmiş. Türkiye’nin bütün kahvehanelerinde tekrarlanan “Bu millet adam olmaz” nakaratı kendi kendimize yapılmış bir haksızlıktan başta bir şey değilmiş. Bu toplum doğru bir siyasi önderliğe kavuştuğu taktirde ataletinden sıyrılıp doğrunun arkasından gitmekte tereddüt etmezmiş.
Öyleyse devam…
Daha fazlasını talep etmeye, yığılmış sorunlar tepesi altında ezilmeye son vermek için daha çok değişim istemeye devam…
Yıllardır hayalini kurduğumuz bir senaryo bu: Bir ülke, yıllardır kendi kendine kurduğu kapana sıkışmış halde yaşayan bir ülke birdenbire bu kapanı kırmaya karar veriyor. O zaman görüyoruz ki, meğerse o kapan pekâlâ açılabilirmiş. O ülke bunca yıl o kapan içinde yaşamayı bir kader olarak görmese, kollarını, bacaklarını istediği gibi oynatabilir, özgürlüğüne kavuşabilirmiş.
Bugün, 16.10.2009