O, TSK’nın diğer subaylarından ne daha gaddar, ne daha faşistti. Türkiye’nin Pinoşe’si olmasına yol açacak hiçbir ayırıcı özelliği yoktu.
Tam tersine, her haliyle o kadar tipikti ki, onu dinlerken babamın subay arkadaşlarını görmüş gibi olurdum. Çocukluğum boyunca orduevlerinde, tatil kamplarında tanıdığım subay amcalar gibi konuşurdu aynen. Aynı akıl yürütme biçimi, aynı sığlık, aynı donmuş kafa, “doğruyu elinde tuttuğu”na dair kesin inanç…
O kadar tipikti ki, o gün ordunun içindeki her subay onun yerinde olabilirdi. Ve zaten asıl korkutucu olan da buydu. Eğer Evren ordu içine sızmış bir sadist, faşist bir teorisyen olsaydı tehlike bu kadar büyük olmazdı.
Hayır, o halktan zihnen kopuk biri değildi. Halkın çoğunluğu onun akıl yürütme biçimine katılıyor, onun “sorun çözme” tarzını kendine yakın hissediyor, onun temsil ettiği otoriterliğe sempati duyuyordu.
Düşünsenize, böyle olmasa otuz yıl boyunca aramızda büyük bir saygı ve sempati halesi içinde yaşamaya devam edebilir, tonton bir dede edasıyla resim sergileri açabilir, eski bir devlet adamı olarak saygı görebilir, kendisinden neredeyse bütün politik konularda görüşler alınır mıydı? Böyle olmasa, darbecilere dokunulmazlık sağlayan 15’inci madde 30 yıl süre boyunca anayasada kalabilir miydi?
Evren gibileri cesaretlendiren şey, bu toplumu enfekte etmiş olan darbecilik mikrobu oldu hep. TSK’nın cumhuriyetin bekçisi ve rejimin en temel güvencesi olduğu bilinci sadece kışlalarda değil, tüm toplumda hâkim olan bilinçti.
Ama sonra işler değişmeye başladı. Halk yüksek ateşlerde yana yana yendi darbecilik mikrobunu. Her ateş nöbetinden bünyesini biraz daha güçlendirerek çıktı. Yaşanan bu aydınlanma sayesinde darbe ve darbecilik bütün kötücüllüğüyle ortaya döküldü; artık kimsede “iyi darbe” “kötü darbe” ayrımı yapacak yüz kalmadı; “12 Eylül kardeş kavgasını durdurdu” yalanlarının ipliği pazara çıktı. Ve sonunda 35’inci maddeden bahsetmenin ancak alay konusu olabildiği, “ülkenin şartları” diye söze başlayanların tefe konulmayı göze aldığı günlere geldik.
Ama altını çizelim ki, “topyekûn” bir değişiklik olarak yaşanmadı bu.
Askeri darbeciliğin mahkûm edilmesi, otomatik olarak meşruiyetçi bir anlayışın bütün topluma yerleşmesi sonucunu vermedi. Askeri vesayetin koruma altına aldığı ve iktidarı paylaştığı eski imtiyazlı sınıflar, darbenin askeri formunun kullanılamaz hale geldiğini gördükleri andan itibaren geri dönüş için – sandıktan çıkmayı umamayacaklarına göre – darbenin başka formlarını aramaya başladılar.
Buldukları en kullanışlı form sokak oldu. Temel slogan da demokrasi…
İktidarın sokak tarafından alaşağı edilmesine “demokratik mücadele” adını takan yeni darbeciler tıpkı askeri darbeciler gibi, mevcut hükümetten rahatsız olan uluslararası güçleri de yanlarında buldular.
İşte şimdi böyle bir dönem yaşıyoruz.
Askeri darbecilerden kurtulduk ama sağlam bir meşruiyet anlayışını yerleştiremedik. Eskiden darbeler arasında “ileri darbe” “gerici darbe” ayırımı yapanlarla mücadele ederken bugün, özgür seçimlerin olduğu; yani iktidarın seçim yoluyla el değiştirmesinin önünün açık olduğu bir ülkede sokakların uyarı misyonunu aşıp iktidar belirlemeye kalkmasının kabul edilemez olduğunu anlatmaya çalışıyoruz.
Ama ne yazık ki, toplumun oldukça geniş bir kesimi, sokağa çıkmasa da, yaşanan sokak hareketlerini “demokrasi mücadelesi” olarak görüp destek veriyor.
Tıpkı bir zamanlar darbelerin yolundan çıkan siyaseti yeniden yoluna soktuğuna inanan ve pasif destekleriyle darbeciye toplumsal temel hazırlayanlar gibi, onlar da sokakların demokrasi getireceğini sanıp yeni darbecilerin toplumsal tabanını oluşturuyor.
Yaşadığımız döneme darbecilikle mücadelenin yeni bir fazı diyebiliriz. Umalım da bu defaki toplumsal uyanış geçen defaki kadar uzun sürmesin.
Akşam gazetesi, 12.05.2015