Şam’daki katliamın görgü tanıklarından biri anlatıyor: “Çocuklarının ölümünü gören annelerin çığlıklarını hiçbir zaman unutamayacağım. Delirmiş gibiydiler. Üstlerindeki elbiseleri parçalıyor, kopardıkları kumaşı çocuklarının ağzına burnuna tıkayarak onları sarinden korumaya çalışıyorlardı.”
Tabii hiçbir işe yaramadı.
Burun akması, göğsün sıkışması, görüşün zayıflaması, nefes almada güçlük, aşırı terleme, adalelerin kasılması, kusma, gözbebeklerin küçülmesi ve görüşte bulanıklık, sendeleme, şaşkınlık, uyuşukluk, hafıza kaybı, çırpınma, koma, nefesin kesilmesi ve ölümün meydana gelmesi…
Dün gazetelerin birinci sayfasında resimlerini gördüğümüz o çocukların yaşadıkları buydu… En kötüsü de herhalde komadan önceki çırpınmaydı. Başlarına geleni asla anlayamadan öldüler.
Onlar anlayamadı da biz anlayabiliyor muyuz sanki?
Hepsi birkaç dakikada olup bitti. Renk yok, koku yok, iz yok… Ve çok hızlı… Bu “üstünlükleri” sarin gazını canilerin en favori kimyasal silahı haline getiriyor. Hitler’in tercihi, Saddam’ın tercihi ve şimdi Esed’in tercihi…
Hey gidi Esed…
Ağabeyi beklenmedik bir trafik kazasından ölmese, belki de hiç dönmeyecekti memleketine. Politikaya hiç mi hiç hevesi yoktu deniyor. Yırtıcı değildi, doktorluğun bile en “yumuşak” alanlarından birini seçmişti baksanıza. Bir trafik kazası hayatının çizgisini değiştirmese güzel bankacı karısıyla birlikte saygın bir göz doktoru olarak yaşayıp gidecekti.
Şimdi dünyanın en ünlü kasaplarından biri oldu. İktidar hırsı onu, Hitler ve Saddam’la birlikte sarin gazı kullanan en zalim diktatörlerin arasına soktu.
“Bölgedeki siyasi gerçekleri kabul” mü demiştiniz?
Geçtiğimiz kış yakından tanıdığım sol tandanslı genç bir çift kış tatillerini geçirmek için Saraybosna’ya gitti. Orayı o kadar çok sevdiler ki planlarını değiştirip birkaç ay kaldılar. Orada kendileri gibi gençlerden arkadaşlar, dostlar edindiler. Ve Saraybosna’nın yaşadığı dramı onların ağzından dinlediler.
Döndüklerinde, şaşkınlık içinde, “Nasıl bu kadar duyarsız kalabildik, nasıl oldu da hiçbirimiz hiçbir şey yapmadık, oraya yardım elini uzatmadık” dediklerini hatırlıyorum. “Herkes duyarsız değildi. Onlara yardım için çırpınan on binlerce insan vardı Türkiye’de. Ama sizin cenahınız bu konuyu ‘Müslümanların meselesi’ gibi gördüğü için haberiniz bile olmadı” dedim onlara.
Aynı şey bugün de Guta’da oluyor, Adeviye’de oluyor…
Mısır’ın meydanlarında insanlar Sisi’nin yaylım ateşiyle biner biner biçiliyor. Eski diktatör göz hapsine çıkarken İhvan yöneticileri birer birer tutuklanıyor. Tunus halkı adım adım yaklaşan tehlikenin dehşeti içinde çaresiz çırpınıyor. Bütün bunlar olurken, dünya siyasetinin efendileri gayet “soğukkanlı” gayet “dengeli” ve “ölçülü” sözcüklerle “Bölgedeki tüm ülkelerin ve dünyadaki diğer lider ülkelerin acil gereksiniminin birlikte yapıcı diyaloglarla çalışmak yoluyla giderek yayılan tehlikeli durumu çözmek olduğunu” söylüyorlar.
İnsanlık yine insanlığını unutmuş, bigâne gözlerle Ortadoğu’yu seyrediyor.
Bu tabloyu seyretmeye yüreği dayanmayan, bu tabloya isyan eden, başkalarını da isyan etmeye çağıran bir tek ülke var dünyada…
Onlar böyle sakin konuşamıyorlar; cenazeleri görünce gözyaşlarına da, öfkelerine de hakim olamıyor, anlayacağınız “kurt diplomat” gibi değil, insan gibi davranıyorlar.
O yüzden de “güçlü bir şekilde” kınanıyorlar.
Erdoğan, bazı pek “soğukkanlı” ve pek “dengeli” kalem erbabı tarafından “bölgedeki siyasi gerçekleri kabul edip değiştirmeye çalışmak yerine, gerçekleri reddetmek suretiyle onları değiştirmeye çalışmak”la eleştiriliyor.
Doğru ya, politikacı dediğin gerçekçi olmalı. Bölgedeki siyasi gerçekleri önce kabul etmeli, sonra da değiştirmeye çalışmalı.
Bu arada, Guta’da 635 kişinin gece uykularında sarin gazıyla boğulması da bölgenin siyasi gerçeklerinin bir parçasıydı öyle değil mi? Ama ne yazık ki artık bu gerçeği değiştirmek için yapabileceğimiz hiçbir şey yok.
Bu yazı Bugün Gazetesi‘nde yayınlanmıştır.