CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun Ankara ile İstanbul arasında gerçekleştirmeye çalıştığı “adalet yürüyüşü”nü nasıl değerlendirmek gerekir?
Kılıçdaroğlu herhangi biri değil; ana muhalefet partisinin lideri. Her vatandaş gibi onun da kamusal meselelerde görüş açıklama, tavır alma hakkı var. Bu çerçevede, destek gösterileri de, protesto gösterileri de yapabilir, düzenleyebilir. Eleştirilerini, taleplerini kamu otoritelerine ve toplum kesimlerine duyurmaya çalışabilir.
İki şehir arasındaki yaklaşık 400 kilometrelik yürüyüşü bir politik eylem olarak gerçekleştirmek çok görülmeyen bir durum. Bu yüzden yürüyüş bir ölçüde yaratıcı bir eylem sayılabilir. İstisnaî olması bu uzun yürüyüşü yukarıda işaret edilen haklar çerçevesinin dışına çıkarmaz.
Her protesto/talep gösteri ve yürüyüşünde yapılması gerekenler bellidir. Eylemciler şu iki şeye dikkat etmek zorunda: (1) Kamusal hayatı ciddî şekilde ve sürekli olarak engellememek; (2) şiddeti teşvik etmemek, övmemek, davet etmemek. Buna karşılık, politik olanlarından bürokratik olanlarına kamu otoritelerinin de iki vazifesi mevcut: (1) Yürüyüşü keyfi olarak (doğrudan doğruya veya dolaylı biçimde, yapılış şartlarını aşırı derecede ağırlaştırmak suretiyle) engellememek; (2) eylemcilerin bilhassa dışardan gelebilecek saldırılara karşı güvenliğini sağlamak. Benim görebildiğim kadarıyla bugüne kadar bu şartlar karşılandı. Umarım bundan sonra da böyle olur.
Türkiye’de demokrasinin usul kuralları üzerinde yeterince geniş bir mutabakat ve kurallara tatminkâr derecede riayet yok. Özellikle CHP’nin de içinde bulunduğu sol gelenek bu açıdan çok sorunlu. Köklü bir parti olmasına rağmen CHP, bünyesinde ne yazık ki hâlâ darbeyi meşru gören bir kültürü barındırmakta. Radikal sol ise zaten şiddete meftun ve her fırsatı “devrim” adını verdiği yıkıcılığa hizmet edecek bir şiddet dalgası yaratmak için kullanmakta. Bu uğurda hem istekli hem becerikli. İşte bu olgu CHP yöneticilerinin omuzlarına şu hayatî görevi yüklüyor: Yürüyüşte radikal solun kışkırtma ve oyunlarına gelmemek.
Türkiye’de hukuk ve adalet sisteminin problemleri her vatandaşın az veya çok malumu. Başarısız sistem hem kendi içinden sürekli problem yaratıyor, hem de kriz zamanlarında büsbütün kötü işliyor. Şimdi içinde bulunduğumuz kriz, adını koyalım, bürokratik oligarşinin FETÖ biçiminde tezahür eden tahakküm teşebbüsü ve çeşitli yansımaları, daha önce eşine benzerine rastlanmamış yoğunluk ve derinlikte. Birçok kimse bu krizin boyutlarını tam olarak görmekte başarısız. Bazıları bu krizin sadece hukuk tarafından çözülebileceğini zannediyor. Siyasî felsefe meselesini görmüyor veya ihmâl ediyor. Bu yüzden talepler yalnızca hukukun iyi işlemesi, adaletin ihlâl edilmemesi üzerinde yoğunlaşıyor.
Kılıçdaroğlu’nun yürüyüşle dikkat çekmeye çalıştığı gibi, “adalet” talep etmek, daha iyi “adalet” istemek ne yanlış ne yersiz. Hepimiz bunu istiyor ve çeşitli şekillerde talebimizi dile getiriyoruz. Ancak iş ayrıntılara gelince, derin fikir ayrılıkları ve toplumsal ayrışmalar ortaya çıkıyor.
Kılıçdaroğlu’nun daha iyi adalet talebine, genel bir istek olarak dile getirildiği sürece menfî bakamayız. Evet, adalet, daha iyi adalet, herkes için adalet. Fakat özgül bir vakayla — meselâ Enis Berberoğlu’na ilişkin yargı kararıyla — alâkalı bir “adalet” talep ediliyorsa, orada biraz durmamız lâzım. Kuşkusuz bu vakada da adalet tecelli etmeli. Yanlışlar varsa düzeltilmeli. Ancak bu, yargılama sürecini görmezden gelerek ve mahkemeyi fizikî baskı altına alarak gerçekleştirilmeye çalışılmamalı. Onun yerine, vakayla ilgili teknik boyutu ihmâl etmeyen tartışmalar yapılmalı, mevcut tüm hukuk yolları kullanılmalı, ihtiyaç hâsıl olursa yargıçları bağlayan kurallarda — yani kanunlarda — değişikliklere gidilmesi için gayret sarf edilmeli. Bu yolları kullanmak yerine mahkeme üzerinde baskı kurarak sonuç almak istenirse ortaya bir çelişki çıkar. Adalete hizmet edilmiş değil zarar verilmiş olur.
Diğer taraftan, ülkenin ana sorununun ve en acil, en büyük adalet talebinin özellikle CHP tarafından gözden kaçırılmaması da gerekir. Türkiye daha bir yıl önce korkunç bir çok yönlü kalkışma ile karşılaştı. Resmî ve sivil ayakları, uluslararası bağlantıları olan, dinî görünümlü totaliter bir hareket, meşru siyasî iktidarı silah zoruyla devirmeye, ülkeye el koymaya kalktı. Halkın emaneti olan silahları halka ve kamu görevlilerine karşı kullandı. Yer yer katliamlar yaptı. Yüzlerce insanı öldürdü, binlerce insanı yaraladı. Demokrasinin kalbi olan Meclisi bombaladı. Cumhurbaşkanının ailesiyle birlikte hayatına kastetti. Bütün bu suçların faillerinin bulunması ve en ağır şekilde cezalandırılması lâzım. Bunu yapmazsak sadece adaletten bahsedememekle kalmayız; aynı zamanda demokrasimizi gelecekte benzer risklere daha açık hâle getiririz.
Benim görebildiğim kadarıyla CHP bu açıdan adalet talep etmekten ve adalete hizmet edecek, yardımcı olacak pozisyonlar almaktan hayli uzak. Bu CHP için birçok sıkıntı yaratacaktır. Ülkeye de zarar verecektir. Büyük adalet talebini ve ihtiyacını görmezden gelmek veya hafife almak, diğer tüm adalet taleplerini anlamsızlaştıracaktır.