Cafer Solgun – 12 Eylül’le yüzleş Türkiye!

O gün akşama doğru, bir süredir mide kanaması geçirdiği için hastanede olan Barbaros hastaneden taburcu edilip koğuşa, aramıza dönmüştü. Ne de olsa “dışarıdan” geliyordu. Hemen çevresine toplaşmış, “dışarıda ne var ne yok” üzerine koyu bir sohbete koyulmuştuk. Barbaros’un anlattığı yeni bir şey yoktu aslında; ama yine de, bir parça da olsa “dışarı”ya yaklaşmış birinin gözlemlerinden dinlemek, daha heyecanlıydı.

Bombalı pankartlar asılmış her yana; cezaevi arabasıyla, Haydarpaşa’dan gelirken birçok yerde kendisi de görmüş. Bir de her tarafta askeri birliklerin hareketi dikkatini çekmiş. Ne de olsa sıkıyönetim vardı, doğaldı. Ama Behçet adında bir arkadaşımız vardı. Sonradan “ne şom ağızlıymışsın” diye çok takıldık ona. “Yahu” dedi, sohbetin bir yerinde, “valla darbe olacak, cunta gelecek”. Gülüştük. “Ne o, çok korktun herhalde, her taraf asker kaynıyor filan duyunca…” diye takıldık.

Sonra uyuduk… Açlık grevinden yeni çıkmıştık. 20-21 Ağustos 1980 günleri boyunca devam eden “operasyon”la, 60 kişi olarak, o zamanki Davutpaşa Askeri Cezaevi’nde bulunan asıl kitleden ayrı 5 adet koğuşa atılmıştık. Sıkı bir dayak yemiş, günlerce ağrıdan sızıdan uyuyamamıştık. Bir tür tecritti bu. Zira, neye göre tespit ettiler bilinmez, bu 60 kişinin, geride kalan 200’den fazla tutuklunun “sorumluları” olduğuna hükmetmişti cezaevi idaresi. Bu tecrit durumunun ortadan kaldırılması istemiyle açlık grevine başlamıştık biz de. O zaman, açlık direnişlerinde insanın dayanma süresinin ne kadar olduğuna dair, kimsenin herhangi bir fikri yoktu. Mayıs ayı içerisinde de bir açlık grevi yapmıştık ve 6 gün sürmüştü. Bu direnişimiz ise, 9 gün sürdü. 9. gün cezaevine gelen adli müşavir, bütün taleplerimizi kabul etmişti. Cezaevi müdürü Binbaşı Adnan Özbey de, sessizce başını sallamakla yetinmişti. Sonraki günlerde, yan yana konulduğumuz 5 küçük koğuştan, arkadaşlarımızın bulunduğu bölüme geçmeyi bekliyorduk her an. “Bugün, yarın” diye oyalıyorlardı bizi. Keyfimiz, moralimiz çok yüksekti yine de. Direnmiş ve kazanmıştık ne de olsa…

Bizi duvar gibi yapacaklardı

Sabaha karşı, saat 4-5 sıraları Behçet sertçe dürterek uyandırdı bizi. Koğuşta, 12-13 kişiydik. “Kalkın kalkın! Cunta geldi!” diyordu. Akşamki sohbet esnasında “bu gidişle cunta gelecek” diyen arkadaştı. Tersledik onu; “ne diyorsun sen ya?”, “Behçet deli misin sen, bu saatte!”, “Ya seninki de eşek şakası ha!” Fakat Behçet, ısrarla “ya kalkın cunta geldi diyorum” diyordu. Uyku mahmurluğunu biraz üstümüzden atınca fark ettik, hoparlörden anons yapılıyordu. Cezaevi Müdürü Binbaşı Adnan’ın sesiydi, sabahın o ilk saatlerinde kulaklarımıza dolan. “Vatan hainleri! Komünistler!” diye sesleniyordu bize, “Kalkın! Uyanın! Ordu yönetime el koydu! Bundan sonra anayasa da babayasa da biziz. Hepinizden hesap soracağız…” Adam, önceden biliyor olmalıydı, 12 Eylül günü darbe olacağını. Demek gözüne uyku girmemiş, zaten cezaevinde yatıp kalkıyordu, o lanet saati beklemiş ve aldığı haberin “mutluluğunu” bizimle de paylaşmak istemişti…

Cunta gelmişti…

Bu ne demekti? En yaşlımız, 20’li yaşların ortalarındaydı. Kimsenin yaşanmış bir cunta deneyimi yoktu yani. Ama cunta demek, mücadelenin, direnişin daha sert ve zor koşullarda devam etmesi demekti; bu kadarını biliyorduk elbette.

Toplandık hemen. Yaşça biraz daha büyük ve siyasi, örgütsel deneyimi fazla olanlarımız, “büyük ihtimalle bizi duvar dibi yapacaklar” dedi. “Duvar dibi”; yani, kurşuna dizilmek. Okuduğumuz kitaplardan, romanlardan biliyorduk. Fakat, belki hemen “duvar dibi” yapmazlardı; bizi “hain” olmaya zorlarlardı. O zamanlar henüz “itirafçı” diye bir kavram gelişmemişti. Tabii ki “hain” olmayı reddedecek, direnecektik…

Cunta ile ilk sayım

Saat 7 sularında, nöbetçi asker sabah karavanasını getirdi. Sulu, soğuk, iğrenç bir mercimek çorbasıydı. Günlük nöbetçi çorbayı tabaklarımıza doldurdu. Yemek masalarına geçip, sessizce çorbalarımızı içmeye başladık. Yine Binbaşı Adnan’ın sesi: “Komünistler, vatan hainleri! İçtiğiniz çorbada Mehmetçiğin kanı vaaarrr…”

“Direneceğiz” demiştik. Ama endişeliydik de. Bize ne yapacaklarını bilmiyorduk. Arkadaşlardan bir tanesi, ağlamaya başladı. “Hepimizi öldürecekler” diyordu bir yandan da. Sayımda belli olurdu bize ne yapacakları. İştahsızca çorbalarımızı kaşıkladıktan sonra, yataklarımıza çekildik. Yatakhane ve yemekhaneden oluşuyordu koğuşumuz. Ön tarafta, havalandırma olarak kullanılan ve sayımdan sonra bir saatliğine kapının açılması hakkını yeni elde ettiğimiz bahçenin kapısı, artık, ancak bizi öldürmeye götürdüklerinde açılırdı herhalde. Arkadaşlarımızın bulunduğu kısma götürülmeyi de, unutmalıydık tabii. Bizi onlardan ayırmalarının ve günlerdir oyalamalarının sebebi de, adli müşavirin bütün taleplerimizi babacan bir tavırla kabul etmesinin sebebi de buymuş… Duvarda açtığımız deliklerle, yan tarafımızda bulunan koğuşlarla haberleşiyorduk. Onların ruh halleri de bizimkinden farksızdı.

Nihayet sayım saati geldi. Kapı, her zamankinden daha büyük bir gürültüyle açıldı. Askerler, ellerinde coplarla, hışımla daldılar içeriye. Bir yandan da, “sayım!” “sayım düzenine geççç!” diye bağırıp duruyorlardı. “Sayım düzeni” de neydi, anlamamıştık. Sayımız kaçtı ki şunun şurasında…

Askerlerin ardından, ellerini arkasında bağlamış, göğsünü gererek Binbaşı Adnan girdi içeriye. Yanında da Yüzbaşı Emin vardı. O da aynı mağrur havadaydı. Binbaşı Adnan, kısa boylu, esmer, hafif tıknaz ve çatlak sesli biriydi. Normalde, benzerine ancak komedi filmlerinde rastlanabilecek, komik bir tipti. Ama o gün, onun o hallerine gülecek durumda değildik biz. Adnan, önce her birimizi tek tek süzdü. Sonra da, sabahın köründe, sayım saatini bekleyemeden sabırsızlıkla yaptığı açıklamayı yineledi. Ordu yönetime el koymuştu. Artık anayasa da babayasa da orduydu. Bütün komünistlerden, vatan hainlerinden hesap sorulacaktı… Sonra, arkasını dönüp çıkacaktı ki, birden aklına bir şey gelmiş gibi yaparak durdu. Yeniden bizlere doğru döndü. “Herkes bundan sonra gece-gündüz elbisesiyle yatacak. Her an, herhangi birinizi çağırabiliriz.” Bu, emniyetteki türden bir sorgu işkencesine tabi tutulacağımız anlamına geliyordu. Adnan ve Emin’in çıkmasının ardından koğuşta bulunan bütün kitaplarımızı aldılar. İlk 12 Eylül yasağı buydu.

Çıktılar. Az sonra, yanımızdaki koğuştan birkaç kişiyi, bizim koğuşa verdiler. Diğerlerini de diğer koğuşlara dağıtmışlar, o koğuşu boşaltmışlardı. Bunun nedenini birazdan anlayacaktık. İşkenceye aldıklarını, işkenceden sonra oraya koyacaklardı. Sayım diğer koğuşlarda da biter bitmez farklı örgüt davalarından tutuklanmış olan iki arkadaşın götürüldüğünü duyduk. İrfan ve Hüseyin…

Akşam saatlerinde boşaltılan koğuşa geri getirildiler. Haberleşme deliğinden, Hüseyin, subay ve sivil polislerin kendilerine sorgu işkencesi yaptıklarını söyleyebildi. Herkes sessiz, suskun ve endişeliydi.

Hüseyin intihar etmişti

13 Eylül sabahı, Hüseyin’den duyduk haberi. İrfan, gece intihar etmişti…

O sabah, sayımda, hiçbir neden yokken saldırdılar. Her tarafımız mosmor oluncaya değin dayak yedik. Aynı gün sayımdan sonra koğuşun büyük ve geniş penceresinin kenarına oturup kışla içerisindeki ağaçları seyre dalmış olan bir arkadaşı, Turan’ı, koğuş dışındaki nöbetçi “oradan in, yasak!” diyerek uyardı. Pencereden görebildiğimizce dışarıyı, kışla bahçesini izlemek yegâne “lüksümüz” idi. “Ya, burası pencere, bir şey yaptığım yok, oturuyorum” dedi Turan. Turan daha sözlerini bitirmemişti ki, “bamm” diye bir silah sesinin ardından, Turan, kanlar içerisinde üzerimize yuvarlandı. Asker onu karnından vurmuştu. Sonra da gelip hastaneye götürdüler.

Ertesi günü sabah sayımında yine durup dururken saldırdılar. Her gün yeni bir kurala uymamız isteniyordu. Sayımlarda sıraya geçecektik. Bütün askerlere “komutanım” diye hitap edecektik. Atatürk İlke ve İnkılapları dersleri başlayacaktı, katılmak zorundaydık. Ve daha neler neler. Kurallara uymamak diye bir şey yoktu; karşılığı dayak yemek ve işkence olurdu. Biz de bunu göze almıştık zaten. Bizi yerle bir ettikten sonra, çıkıp giderlerken, bir çavuş, adımı seslendi. Doğrulup ayağa kalktım. “Gel” dedi çavuş bana. Kapıya doğru yürüdüm. Arkadaşlarım, arkamdan acıyan gözlerle baktılar. Heyecan ve korku içindeydim. Ama “hain” olmayacaktım…

Geleceğimiz, çocuklarımız için…

Askerler sert ve hoyratça kollarıma girip sürüklercesine götürdüler beni. Az sonra Binbaşı Adnan’ın odasına girdik. Adnan, masasındaydı. Odada Yüzbaşı Emin, birkaç başçavuş ve iki de sivil vardı. Kollarımı bıraktılar. Hiç bitmeyecekmiş gibi bir sessizlik çöktü kaldı odaya. Bana ne yapacaklardı acaba? Falakaya mı yatıracaklardı? Elektrik mi vereceklerdi? Öldürecekler miydi?

Adnan, kafasını önündeki dosyadan kaldırdı. Adımı sordu. Söyledim. “Kod adın ne?” dedi. “Kod adım yok” dedim. “Sen filanca değil misin?” dedi. “Değilim” dedim. O anda beynimde şimşekler çaktı. Nereden geldiğini anlayamadığım bir yumruk yemiştim. Kendimi yerde buldum. Burnum kanıyordu. Kalktım. Korku ve heyecanımı yenmiştim. Burnumun kanamasına aldırış etmeden, “başka ne soracaksan sor; cevap vermeyeceğim” dercesine, gözlerimi Binbaşı Adnan’ın gözlerine diktim… 17 yaşındaydım. Belki öldüreceklerdi beni, ama cuntacılara teslim olmayacaktım.

12 Eylül, gaddar bir cunta rejimiydi. Faşizmdi. 12 Eylül ile yüzleşmek, hesaplaşmak, ülke ve toplum olarak, bir “ortak” ve “güvenli” geleceğimiz olmasının; ideolojik, siyasi farklılıklarımız ne olursa olsun, demokratik esaslar etrafında “bir arada” olabilmemizin, kaçınılamaz gereği ve ölçüsüdür. 12 Eylül darbecilerinin yargı önüne çıkarılması, tarihi bir önem ifade ediyor, bir “milat” değeri taşıyor. Ve 12 Eylül faşizmiyle yüzleşmek sadece cuntacıların işledikleri insanlık suçları nedeniyle yargılanması değil, aynı zamanda onların uğursuz amaçlarını “bizlerin” üzerinden nasıl gerçekleştirebildiklerini bilince çıkarmak sorunudur. Darbecilerin yargılanmasını bu yönüyle de işlevli, değerli kılmak gibi bir sorumluluğumuz var; ve bu, çocuklarımız adına taşımaktan kaçınamayacağımız bir sorumluluktur…

 

Star, 08.04.2012

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et