Bizi birbirimize düşüren hainler kim?

Türkiye’de yaygın bir “müşfik anne davranışı” vardır: İki-üç yaşındaki çocuğu kafasını evdeki sehpaya vurup da ağlamaya başlayınca, bu anne çocuğunu kucaklayıp teskin etmekle kalmaz. “Niye çocuğuma vurdun bakıyım, al sana, al sana” filan gibi laflar ederek sehpayı dövmeye başlar.

Peki böyle bir “korunma” içinde yetişen çocuk acaba nasıl bir “dünya görüşü” geliştirir dersiniz?

Herhalde “biraz kafamı çalıştırayım da başımı artık sağa-sola vurmayayım” demekten çok, “annem gelsin de hain sehpaları dövsün” demeye daha yatkın olur.

Yani, öz eleştiri temelli bir “bireysel sorumluluk” yerine, paranoya temelli bir “otoriteseverlik” sergiler.

Hatasızların ülkesi

Tek bir yazıda haddini fazlasıyla aşan sosyolojik tahliller parçalıyor olabilirim. Ama, biraz abartıyor olsam da, “sehpayı pataklayan anne” temasının Türkiye’nin siyasi kültürüne ışık tuttuğu kanısındayım.

Çünkü bu kültürde, ona eleştirel ve karşılaştırmalı olarak bakan herkesin fark edebileceği bir sorun var:

Burada hemen hiç kimse, hata yaptığını kabul etmeye ve özür dilemeye yanaşmıyor. Ortada varlığı inkar edilemeyecek bir hata olunca da, “hangi hain eller tezgahladı bunu” diye sormaya ve suçu başka bir yerlere atan komplo teorileri kurgulamaya başlıyor.

Bu sorunu bugüne dek aslında en iyi resmi söylemde gördük: Devlet, toplumsal sorunların, örneğin Kürt sorununun kökeninde kendi hatalarının yattığını asla kabul etmedi. Bu yüzden de tüm sorumluluğu “bizi birbirimize düşürmek isteyen hain eller”e yıktı.

Bu ezber, ancak Ankara’daki elitlerin değişmesi sayesinde kırılabildi. Yeni gelenler, eskilerin hatalarını ilan etmekten ve bunları tamir edecek “açılımlar” başlatmaktan çekinmediler. Bu sayede de devleti, en azından eskisine kıyasla, daha yüksek bir “ahlaki zemin”e çekebildiler.

Ancak Türkiye’nin eski ve yeni elitleri arasında ideoloji ve kimlik farkları kadar siyasi kültür benzerlikleri de var. Bu yüzden de hatasızlık fikri, komplo teorisi tutkusu ve “bizi birbirimize düşürmek isteyen hain eller” edebiyatı farklı biçimlerde de olsa devam edebiliyor.

Mossad’ın on parmağı

Ankara’daki MİT ile İstanbul’daki savcılık arasında yaşanan gerilimin orta yerinde hemen “Mossad parmağı” aranması ve “İsrail faktörü” keşfedilmesi, bunun en son örneği oldu.

Ve enteresan bir biçimde, tartışmanın her iki tarafı da bu “Siyonist oyun”u kendi pozisyonlarına yönelik bir komplo olarak algıladılar. (Zaten Türkiye’de kural odur: Her siyasi grubun komplo teorisyenleri, her kimi sevmiyorlarsa, bilumum “karanlık güçleri” onun arkasında sayarlar.)

Öte yandan, daha da geniş bir çevrede, “oyuna gelmeyelim”, “tuzağa düşmeyelim” telkinleri yapıldı. Bunlar akl-ı selime davet çabalarıydı elbette, ama ortada “hata” değil de “oyun” görmeye devam ediyorlardı.

“Peki sen ne görüyorsun kardeşim” derseniz, diyeceğim şudur: Son iki haftada yaşanan “muhafazakarlar-arası gerilim”in tüm detaylarına vakıf değilim. Ama bunun, her devlette rastlanan bir “kurumlar-arası gerilim” olabilecek iken, bu kurumlar hakkında geliştirdiğimiz abartılı algılar nedeniyle haddinden fazla köpürmüş olması mümkün.

Temel sorun ise bence şu: Bizim ülkede hemen hiç kimse “acaba hata bizde mi” diye kendini sorgulamadığı için, sorunların ve krizlerin kaynağını hep dışarda, bilinmeyende arıyor. Bunun sonucunda da, herkesin birbirinden kuşku duyduğu ve karnından konuştuğu, dolayısıyla da her siyasi çizginin bir diğerine bakarak pozisyon aldığı ve bir türlü uzlaşamadığı bir güvensizlik hüküm sürüyor.

Ondan sonra da “bizi birbirimize düşüren hainler kim” diye merak edip duruyoruz. Oysa bizi birbirimize düşüren, biziz.

 

Star, 22.02.2012

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et