Bir 28 Şubat Mağdurunun Arz-u Hali/2

 

Geçtiğimiz aylarda darbeleri ve muhtıraları araştırmakla görevli Meclis Araştırma Komisyonu 28 Şubat postmodern darbe sürecini araştırdı. O karanlık süreçte şu veya bu biçimde rolü olan, adı geçen, mağdur olan kişileri dinledi; bir dönemin kaydını tuttu; kapsamlı bir rapor hazırlayarak çok önemli bir iş yaptı, tarihe not düştü. Bunun bir dava konusuna dönüşüp dönüşmeyeceğini bilmiyoruz. Benim tahminim eninde sonunda 28 Şubat sürecinin bir dava konusu olacağı yönünde. Nitekim Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından şu anda bu konuda yürütülen bir soruşturma var; iddianame henüz tamamlanmış değil; gelişmeleri hep birlikte bekleyip göreceğiz. Bu çerçevede, TBMM Araştırma Komisyonu’nun çok önemli bir iş yaptığını düşünüyor, böyle bir komisyonun kurulmasına öncülük edenlere teşekkür ediyor, Komisyon üyelerine yaptıkları zahmetli ama önemli hizmetten dolayı teşekkür ediyorum. Komisyonun, 28 Şubat sürecinin –üzerinden silindir gibi geçtiği- üniversitelerden daha çok mağduru dinlemesi iyi olurdu; ancak zaman kısıtı vs. nedeniyle bu yapılamadı. Henüz her şey bitmiş değil, belki yeni başlıyor. Hem bir 28 Şubat mağduru, hem de ülkenin demokratikleşme ve sivilleşme sorunuyla yakından ilgilenen bir akademisyen olarak, ben de bu konuda yaşadıklarımı ve düşündüklerimi kamuoyu ile paylaşmakta yarar görüyorum.

Bence 28 Şubat iki yönden önemli bir süreç; biri olumsuz, diğeri olumlu. Olumsuz yönü, sürecin doğrudan ve dolaylı zararlarıyla, yarattığı mağduriyetlerle ilgili. İlk bakışta şaşırtıcı gelebilecek olumlu yönü ise, sürecin aktörlerinin öngörmedikleri, niyetlenmedikleri dolaylı yararlarıyla ilgili.

Bu çerçevede 28 Şubat Süreci’nin Türkiye’ye verdiği zararların şu şekilde sıralanması mümkündür: demokrasinin kesintiye uğraması; askeri vesayetin tahkimi; yolsuzluklar ve banka soygunları; devlet eliyle haksız servet transferi; insan hakları ihlalleri ve ayrımcılık; özgürlüklerin budanması; ülkemizin insan kaynaklarının ziyan edilmesi; yatırımcıların ürkütülmesi ve ekonomik krizlere davetiye çıkarılması. Bu konudaki görüşlerimi 28 Şubat’ın onuncu yıldönümü vesilesiyle 2007 yılında yapmış olduğum ayrıntılı sayılabilecek bir değerlendirmede yazıya dökmüştüm (Bkz. http://acar.aksaray.edu.tr/agenda.asp?ShowDetail=Yes&AgendaId=100).

28 Şubat Süreci’nin dolaylı olumlu sonuçları arasında ise şunları zikretmek mümkündür: Recep Tayyip Erdoğan’ın siyasette hızlı yükselişine vesile olması; demokrasi ve özgürlüklerin değerinin Türkiye kamuoyu tarafından daha iyi takdir edilmesini sağlaması; “İslamcı” kesimin özeleştiri yaparak kendileri dışındaki kesim ve dış dünya ile daha barışık hale gelmesine katkı yapması; 2000’li yıllarda şahit olduğumuz askeri vesayetin geriletilmesi sürecinin tohumlarını ekmesi. 28 Şubat Süreci’nin bireysel olarak çok mağduriyetini yaşamış bir akademisyen olarak, bana da dolaylı bir faydası olduğunu söyleyebilirim. Aşağıda, 20 Nisan 2012 tarihinde, sürecin onbeşinci yıldönümü vesilesiyle başladığım, “Bir 28 Şubat Mağdurunun Arz-u Hali”ne bu yazımla devam edeceğim. Daha önce konuya bir giriş yapmış, devamının geleceğini söylemiştim. (Sözünü ettiğim ilk yazı için bkz. http://www.hurfikirler.com/yazi2469/28-subat-sureci-universiteleri-nasil-ezdi-gecti-bir-28-subat-magdurunun-arz-u-hali-1.php) Önce uğradığım mağduriyetlere değinecek, daha sonra 28 Şubat’ın ağababalarının hiç öngörmedikleri dolaylı faydalarından söz edeceğim.

Askeri vesayete karşı çıkan, demokratikleşmenin ve sivilleşmenin hayati önemine inanan ve serbest piyasa ekonomisini savunan bir akademisyen olarak, tahmin edileceği üzere, 28 Şubat Süreci’nden çok çektim. Bu dönemde (2000-2008) kişisel olarak maruz kaldığım mağduriyetler arasında şunları sıralayabilirim: kendi üniversitemde kadro verilmemesi; başka bir üniversiteye geçmem için muvafakat verilmemesi; başka bir üniversitede yarı-zamanlı ders vermem için izin verilmemesi; Bakan Danışmanı olarak görev almama izin verilmemesi; bildiri sunarak katıldığım pek çok bilimsel etkinliğe maddi destek verilmemesi; Doçent ünvanım olduğu halde yazışmalarda “Yardımcı Doçent” ünvanının kullanılmaya devam edilmesi; ünvan alan emsallerime cüppe giydirilirken dışlanmam; yine Doçent olduğum halde, -YÖK Genel Kurulu’nun aksi yöndeki kararına rağmen- Yardımcı Doçentliğe yeniden atanırken Jüri raporları istenmesi… Bu anlamda yurtdışından doktorayı bitirip mecburi hizmet borcumu ödemek üzere döndükten sonra 11 yıl görev yaptığım üniversitemde sözkonusu 11 yılın yaklaşık sekiz buçuk yılı taciz ve psikolojik eziyet içinde geçmiştir. Kadro verilmemesinden kaynaklanan yüklü miktarda bir maddi kaybım da sözkonusudur. Maruz kaldığım bu eziyetlerden bazılarına değineceğim.

İlk eziyeti, yurtdışından döner dönmez, bizzat -28 Şubat’çıların uyduruk gerekçelerle görevden ayrılmaya zorladıkları kurucu Rektörümüzün yerine atanmış olan- Rektör tarafından ODTÜ ve Bilkent gibi üniversitelerden bizi tanıyan hocalardan “şifahi” referans getirmemiz talebiyle gördüğümüzü önceki yazımda belirtmiştim. Bu, aslında sadece üniversite yönetiminin değil, 28 Şubat zihniyetinin alameti farikalarından biriydi: masumiyet karinesini tersine çevirip, insanlara suçlu muamelesi yapmak, suçsuzluklarını ispat etmelerini bizzat suçladıkları kişilerden istemek.. Oysa hukukun temel iki temel prensibinden biri “suçluluğu ispatlanıncaya kadar kişinin masumiyetini” öngörür; diğeri ise “iddiasını ispat yükü iddia sahibinin omuzlarındadır” der. Biz peşinen suçluyduk; ama suçluluğumuzu kendileri kanıtlamak yerine, bizden suçsuzluğumuzu kanıtlamamızı bekliyorlardı. Üniversitenin 28 Şubatçı idaresinin gözünde eski Rektör zamanında üniversiteye intisap etmiş olmak “istenmeyen adam” damgası yemek için yeterliydi. Oysa ben, üniversiteye kurucu Rektör zamanında girmiş olsam da, o zamanki üniversite yönetiminin açmış olduğu sınavlarla değil, merkezi sınavla girmiştim. Bir özel bankadaki parlak bankacılık kariyerimi akademisyenlik uğruna yarıda bırakıp, yeni kurulan üniversitelere öğretim üyesi yetiştirmek üzere YÖK tarafından yapılan yurtdışı yüksek lisans ve doktora bursluluk (YLS) sınavını kazanarak ve merkezi yerleştirme ile üniversiteye intisap etmiştim. Ama olsun, 28 Şubatçıların gözünde “eski Rektör zamanında üniversiteye girmiş olmak” damgalanmak için yeter sebepti. Nitekim o yıllarda beni takiple görevli, yıllar sonra (emekli olup başka bir işe başladıktan sonra) yollarımızın kesiştiği bir şahsiyet bana bu gerçeği açıkça belirtecek, “hocam sizin suçunuz eski Rektörün adamı olmaktı” diyecekti…

Her neyse bu badireyi atlattıktan ve 7 ay gecikmeli de olsa yardımcı doçent kadrosu aldıktan sonra derslere girmeye başladım. Üniversitede çok sayıda asker kökenli hoca ve idarecinin varlığı dikkat çekiciydi. Dünyanın hiçbir üniversitesinde olmayan bir garabetti bu. Hayatları boyunca katı bir askeri disiplin altında yaşamış, düşünüş ve yaşayışları emir-komutaya alışmış, sıradışılık, çeşitlilik ve farklılıktan hazzetmeyen, tektipçiliği şiar edinmiş insanların üniversitelere hoca ve hele hele üst düzey idareci yapılması bir üniversiteye yapılabilecek en büyük kötülüklerden biridir. Nitekim onların yönetimi altında bir üniversite askeri kışla gibi nasıl yönetilir, bunu gördük, bunun acı sonuçlarına katlanmak zorunda kaldık.. Özgür bir tartışma ortamı yok; doğru dürüst bir sosyal faaliyet yok; öğretim üyeleri üniversite kampüsüne eşleriyle birlikte gelemez; başörtülü öğrenciler cüzzamlı muamelesi görür; dersin ortasında kapı bile çalınmadan biri içeriyi kontrol etmek için başını uzatır; bazı öğretim elemanlarına sabah gelişte ve akşam giderken imza zorunluluğu konur,…

Bir gün, dönem sonunda son sınıf öğrencilerinin “bitirme tezi” savunmasına bir kız öğrenci türbanlı olarak gelmişti. Biz de başörtüsü yasağını anlamsız ve hukuksuz bir yasak olarak gördüğümüzden, ses çıkarmamıştık. Öğrenci tez savunmasını yapıp gitti. Ama olay orada bitmedi. “Askerler üniversiteye de el atmalı” diye düşünen, koyu Kemalist, sık sık hocaları idareye şikayet etmesiyle maruf bir öğretim üyesi yememiş içmemiş, bu olayı Rektöre aktarmış. Rektör bey hemen telefonla arayıp kızgınlığını dile getirmişti. Ben ise bu olayda bir yanlışlık görmediğimi söyleyince, öfkeyle telefonu kapatmıştı. İstihbarat birimlerinden hakkımızda ne tür bilgiler aldıklarını bilmiyorum; ama zaten “eski Rektörün adamı olmak” gibi bir suçun üzerine bir de bir kız öğrencinin bitirme tezi savunmasına başörtüsüyle girmesine müsamaha göstermek, bizim kara listeye alınmamıza yetmiş olmalıydı. Devam edeceğim.

 

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et