Hollanda’ya işçi göçünün 50. yılını anma hazırlıkları tüm hızıyla devam ediyor. Gerek resmî gerekse sivil birçok kuruluş kutlama/anma faaliyeti için nelerin yapılabileceğine kafa yormaktalar. 2014 yılında 50 yıllık göç herkesin kendi baktığı çerçeveden değerlendirilip sonuçlar çıkarılacak. Umarız bu yarım yüzyılın tecrübe ve kazanımları herkes tarafından iyi anlaşılır ve ileriye yönelik bir takım dersler çıkarılır. Aksi takdirde onca harcanan enerji ve maddi kaynağı israf etmiş oluruz.
Biz burada 50. yıl hazırlıklarıyla meşguluz, ancak bu 50 yılın ne anlama geldiğine pek kafa yoran yok gibi. Yaşadığımız ülkelerdeki yetkililerin bizlere karşı olan tavrından rahatsız olmasına rahatsızız da, Türk yetkililerin tavrı da pek iç açıcı sayılmaz. Batı Avrupa Türkleri algısı 40 yıl önce neyse şimdi de o. Bakmayın siz onların sizin gönlünüzü okşamak için söyledikleri laflara, iş ciddiyete bindi mi bizler hemen vasıfsız göçmen işçi oluveriyoruz. Bizlere hitap eden yetkili yetkisiz herkes kendisini müstemleke valisi zanneder. Her halimize karıştıkları gibi bir de ders vermeye kalkarlar.
Bunların ısrarla kavramak istemedikleri bizlerin bu geride bıraktığımız 50 yılda her alanda büyük mesafeler kaydettiğimizdir. 50 yıl önce kaderine terk edilmiş göçmenlerin çocukları birçok alanda söz sahibi veya söz sahibi olma yolunda çaba sarf ediyorlar. Onbinlerce girişimcisi, sayılamayacak kadar fazla serbest meslek erbabı, her gün sayısı artan akademisyenleri, her düzeyde siyasetçisiyle Türk toplumunun Batı Avrupa’da kendine bir yer edindiğini kavramak nedense bir türlü olmuyor. Yaşadığımız toplumlardaki tepeden bakan yaklaşım, maalesef kendimizden olduğunu düşündüklerimizde de var. Türkiye’nin Avrupalı Türklerle ilgili yanlış algısı devam ettiği süre de sağlıklı bir etkileşimin olması mümkün olmayacaktır. Bu da ne yazık ki fırsat israfı anlamına gelir.
Fırsat israfıyla ne demek istediğimi biraz açayım. Batı Avrupa Türkleri yaşadıkları ülkelerde birçok alanda Türkiye için faydalı olacak bilgi ve tecrübeler edindiler. Türkiye için ilginç olabilecek bu alanları eğitim, siyasetin işleyişi, yerel yönetimler, sivil toplum hareketleri, insan hakları, din ve vicdan özgürlüğü, ırkçılık ve ayrımcılıkla mücade olarak sıralayabiliriz. Bu alanlar tabiîki öyle rast gele telaffuz edilmemiştir. Türkiye’nin özellikle bu alanlarda oldukça fazla eksiği vardır. Daha düne kadar ülkemize hiçbir zaman toz kondurmak istemezdik, ama artık eksiklerimizi açık yüreklilikle dile getirmemiz gerekir. Aksi takdirde yanlışlarda ısrar etmekten başka bir şey yapmamış oluruz.
Bilgi ve tecrübe israfının en yoğun hissedildiği alan ise AB-TR ilişkileri alanıdır. Sayıları beş milyonu aşan AB’li Türkler neredeyse yok sayılmaktadır. Türk Hükümeti AB’den sorumlu bakan ve aynı zamanda başmüzakereci tayin etmiş olmasına rağmen, hiçbir şekilde Avrupalı Türklere danışmamaktadır. Hâlbuki bu bakanın çevresinde Avrupalılarla kolay ilişkiler kurabilecek Avrupalı Türk danışmanlar ordusu olmalıydı. Hatta bu bakanlığın bir de Brüksel karargâhı olmalıydı. Sivil toplum kuruluşları, vakıflar, sendikalar, akademisyenler seferber edilip kamuoyu azamî düzeyde etkilenmeliydi. Yapsaydınız kim engelledi diyenlere şu kadarını söyleyeyim: Eğer birlikte bir hedefe ilerlemek isterseniz herkesin aynı hedefe odaklanması gerekir. Eğer hedefte belirsizlik olursa, hele hele bu belirsizlik motor görevi yapanlarda olursa, hedefe varmanız mümkün değildir.
AB üyeliğinin Türkiye ve Türk toplumunun menfaatine olduğuna yürekten inanan birisi olarak mevcut durumu oldukça endişe verici bulduğumu ifade etmek isterim. Bu endişem için de oldukça fazla gerekçem var. Bunların başında AB Bakanı ve Başmüzakereci Sayın Bağış’ın genel tutumu gelmektedir. Sayın Bağış adeta AB üyeliğinin yolunu kapatmak için çaba sarf ediyor. Derin diplomatik ataklar yerine populist ve tribünlere oynayan bir dil kullanıp Avrupalı muhataplarını olumsuz yönde etkilemektedir. Avrupalı siyasilerle yaptığımız ikili görüşmelerde sayın Bakan’ın adı geçince yüz ifadeleri birden değişmektedir. Bu kişiler Türkiye’nin üyeliğine peşinen karşı olanlar değil, tam aksine bize destek olacak, en çok yardımı olacak siyasilerdir. Sayın Bakanın ırkçılarla kavgası ve onlara meydan okuması belki ilk etapta bizlerin gönüllerini okşayabilir, ama bu sonuç itibariyle enerji israfından başka bir anlama gelmez. Üstelik bu efelenmeler sadece ırkçılara karşı olmamakta, kimin ağzından eleştiri içerikli bir laf çıksa sayın bakanımız nasırına basılmış gibi tepki göstermektedir. En önemlisi de hem muhataplarını ötekileştirmekte hem de kendisini öteki konumuna sokmaktadır. Bu imaj sayın bakanın her Avrupa ziyaretinde iyice pekişmektedir. Zaten çoğu zaman da Türkiye’nin iç siyasetiyle meşgul olmaktadır. Avrupa’ya gelince de maalesef bu durum değişmemektedir. Hal böyle olunca da insan kendi kendine, acaba sayın bakan sorumlu olduğu işe inanmıyor mu demeden edemiyor.
İşte bu ahvâl ve şerâit içinde 50. yıla hazırlanıyoruz. Korkum odur ki 50. yıl bir iki gastronomik, bir iki de kültürel faaliyetle kutlanıp geçiştirilecek ve bizler de bıraktığımız yerden işimize devam edeceğiz. Umarım yanılırım, ama beni yanıltacak hiç bir emare göremediğimi de belirtmeden geçemeyeceğim.