AKP ile Gülen Cemaati arasında bir gerginliğin varlığı uzun zamandır hissediliyordu. Mavi Marmara’da, MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın ifadeye çağrılmasında, İsrail’e ilişkin politikada ve Gezi Olayları esnasında AKP ve Cemaat’in farklı yönlere savruldukları biliniyordu. Ortada bir ateşin olduğu belliydi ama her iki taraf da ateşi fazla harlamamaya dikkat ediyor, yandan geçmeye çalışıyorlardı.
Açığa çıkan çatışma
Fakat dershanelerin kapatılması/dönüştürülmesi tartışmasıyla birlikte işin rengi değişti, gerginlik su yüzüne çıktı ve taraflar açıktan birbirleriyle mücadele etmeye başladılar. Hükümete ve Cemaat’e yakın yayın organlarından karşılıklı yaylım ateşleri açıldı. Taraflar birbirleri için ağır sözler kullandılar; “firavun“, “diktatör“, “fitneci“, “karşı taraf” vb. sıfatlar havada uçuştu.
Kavganın fitili Taraf‘ın 2004 yılına ait bir MGK kararını yayınlamasıyla yakıldı. Erdoğan ve Gül başta olmak üzere AKP’nin önemli isimlerinin imzasını taşıyan kararda, Gülen Cemaati’nin mercek altına alınması, yurt içi ve yut dışı faaliyetlerine yönelik bir eylem planının hazırlanması öngörülüyordu. Habere, bugün yapılanları 2004′te alınan karara bağlayan bir bakış egemendi. Yani haber “Bugün dershaneler kapatılıyorsa, bu 2004 MGK’sında alınan bir kararın sonucu; hükümet o günden beri Gülen Cemaati’ni bitirmeyi aklına koymuş” demeye getiriyordu.
Hükümet buna sert bir tepki gösterdi. Böyle bir kararın olduğunu kabul etti ama kararın hükümetçe “yok hükmünde” görüldüğünü, Cemaat’e yönelik herhangi bir faaliyetin yapılmadığını, aksine Cemaat’in altın çağını bu hükümet döneminde yaşadığını belirtti. Ama Cemaat, tavrını değiştirmedi. MGK kararının gereğinin geçmişte de şimdi de yapıldığını, nitekim cemaatlere yönelik fişlemelerin hâlâ devam ettiğini iddia etti, buna dair bazı belgeler yine Taraf‘ta yayınlandı.
“2 Aralık süreci”
Kavganın kızıştığı anda önemli bir Bakanlar Kurulu toplantısı yapıldı. Hükümet, dershanelerin kapatılmasını değil dönüştürülmesini düşündüğünü, bunu da hemen değil iki yıllık bir süreye yaymayı planladığını duyurdu. Harareti biraz düşürmeye yönelik bu açıklama, Cemaat’te farklı tepkilerle karşılandı. Hüseyin Gülerce “dualarının kabul olduğunu” söyledi, memnuniyetini dile getirirdi. Ama Bülent Keneş aynı kanıda değildi. Keneş, Bakanlar Kurulu toplantısının yapıldığı 2 Aralık tarihini 28 Şubat ile eş tuttu ve“28 Şubat sürecinden muzaffer çıkan milletin 2 Aralık sürecinden de başarıyla çıkacağını” belirtti. Zaman geçtikçe, Gülerce’nin bir adım geri atmasını telkin eden duruşu değil, Keneş’in hükümetle mutlak mücadeleyi esas alan karşı duruşu Cemaat’in temel politikası haline geldi. Öyle ki Gülerce dahi “hükümete son uyarı” gibi tehdit kokan mesajlar atmaya başladı.
Görünen, Cemaat’in AKP’yi hasara uğratabileceğini ve bu mücadeleden üstün çıkabileceğini düşündüğüydü. Bu sebeple Cemaat, ilk defa bir hükümete karşı bu kadar sert bir muhalefet yürütüyordu. Çatışma, artık ertelenemez ve geri dönülemez bir hâl almıştı, yeni belgelerin sahaya sürülmesi ve yeni cephelerin açılması kaçınılmazdı.
Nitekim öyle de oldu. Önce Hakan Şükür manifesto niteliği taşıyan iki sayfalık bir mektupla AKP’den istifa etti. Şükür’ün mektubu, Cemaat’in köprüleri attığını gösteriyordu. Akabinde içinde bir belediye başkanı ve üç bakanın oğlunun da olduğu büyük bir rüşvet ve yolsuzluk operasyonu başlatıldı.
Büyük operasyon
Türkiye’nin gündemine oturan ve birçok dengeyi etkileyeceği anlaşılan bu operasyonun, hem hukuki, hem de siyasi açıdan değerlendirilmesi lazım. İddialar vahim, tamamını bırakın çok küçük bir kısmı bile gerçek olsa ortada insanı dehşete düşürecek bir durum var.
Hukuki olarak yapılması gerekenler açık: Meseleye prensipler dâhilinde yaklaşılmalı, bütün iddiaların üzerine kararlılıkla gidilmeli, en ince ayrıntısına kadar ilişkiler ağı açığa çıkarılmalı. Durumun bütünüyle aydınlatılması ve soruşturmanın selameti için hakkında iddialar bulunan ve oğulları gözaltına alınmış olan bütün bakanlar istifa etmeli veya görevden alınmalı. Hukuki eşitliğe ve masuniyet ilkelerine riayet eden adil bir yargılanma yapılmalı, sorumluluğu tespit edilenler bunun hesabını vermeli.
“Yedirmeyiz”
İşin siyasi tarafında ise, her şeyden önce iktidarın sorumluluğuna işaret edilmeli. İktidar öncelikle son zamanlarda kendi çevresinde moda olan “yedirmeyiz” anlayışından kendini sıyırmalı. Haklarında iddialar bulunanları savunma, her ne pahasına olursa olsun bunların arkasında durma gibi bir yanlışlığa düşmemeli. Aksine yanlış yapan varsa bunun hesabının görülmesi için ön ayak olmalı. Kendi mensupları içinde kamunun kaynaklarını iç etme gibi gayri-ahlaki işlere tevessül edenleri ayıklamak için ekstra çaba sarf etmeli. Bu, onu zayıflatmaz, aksine güçlendirir.
Keza sivil siyasete sahip çıkmak adına da, rüşvet ve yolsuzluk ithamlarını görmemezlikten gelmemeli. Hükümete yakın bazı medya organlarının yaptığı gibi, bunu sadece hükümete karşı bir savaşa indirgeyip, ortaya dökülen bilgi ve belgelere gözlerini kapatmamalı. Olayların üzerini örttüğü intibaını yaratmamalı. “Muazzam sayıda konut inşa ettik, memleketi duble yollarla ördük, dış güçlerin menfaatlerine çomak soktuk, onun için bize karşı bir müdahale yapılıyor” yollu müdafaaların, toplumun geniş kesimlerini ikna etme şansı yok.
Elbette bunu söylerken, son operasyonun arkasında siyaseti biçimlendirme niyetinin ve AKP’yi hedef alan bir motivasyonun olduğunu göz ardı ediyor değilim. Başını kuma gömenlerin dışında herkes, bu işin bir de bu yönünün olduğu konusunda hemfikir zaten. Burada önemli olan, hükümetin kendisini hedef alan bu operasyondan kurtulmak için hangi yolu takip edeceğidir.
Kanımca hükümetin dayanabileceği iki nokta var: İlki, hukuku bütünüyle işletmektir. Hem kendi içindeki çürük elmaları, hem de devlet içindeki otonom bir gücü tasfiye etmek için hukuku müracaat etmeli. Bu, mevcut krizi imkâna dönüştürür. Zira böylelikle, hem seçmenlerinin kendisine dönük algısının olumsuza dönüşmemesini, hem de -salt kendisi için değil- başkaları için de tehdit oluşturabilecek bir yapının faaliyetlerini önlemiş olur.
İkincisi ise, demokrasiyi tahkim etmektir. Hükümet zaman geçirmeden, ülkenin sorun alanlarına yönelik bir demokratik müdahale yapmalıdır. Ama özellikle Kürt meselesine ayrı bir ihtimam göstermelidir. Sürecin hukuki olmaktan ziyade fiili adımlara dayanması, süreci manipülasyonlara açık hale getiriyor. Hukuki zaaftan istifade edip süreci açmaza sokacak girişimlerde bulunulabilir. Hükümet buna fırsat vermemek veya bu tür olası eylemlerin etkisini asgariye indirmek için, çözüm sürecinin üzerinde durduğu zemini güçlendirmeli, demokrasi ipine daha fazla sarılmalı.