AK Parti 30 Mart yerel seçimlerini ülke genelinde aldığı % 45 civarında oyla 1. sırada tamamladı. Bu sonuçla rakiplerine fark atarak seçimi kazandığını söylemeliyiz.
Kanımca AK Parti’nin 30 Mart’ta gösterdiği seçim performansı, kendi içinde hem başarı hem de başarısızlığı barındırıyor. AK Parti’nin başta CHP ve MHP olmak üzere siyasi rakipleriyle kıyaslandığında başarılı olduğunu söyleyebiliriz. AK Parti tek başına bu iki rakibinin toplamı kadar oya ulaşmıştır. Ancak, AK Parti’nin 2011’de gerçekleştirdiğimiz son genel seçimlerde gösterdiği % 50’lik performans ve Gezi süreci öncesinde % 50’nin üzerine çıkmış olan desteklenme oranları göz önüne alındığında AK Parti’nin “başarısız” olduğu söylenebilir. Bu açıdan bakıldığında muhtemelen Gezi süreci ve 17 Aralık operasyonu sonrasında yaşananlar AK Parti’ye oy kazandırmamış, tam tersine oy kaybettirmiştir.
Buna karşılık, AK Parti’nin bu başarısızlığının içinde bir başarı da bulunmaktadır. O da 17 Aralık sonrasında başta Başbakan olmak üzere üst düzey parti yöneticileri hakkında ortaya atılan ciddi boyuttaki yolsuzluk iddialarına rağmen, son genel seçimlerdeki % 50’lik oy oranını baz alırsak partinin oylarının % 90’ını muhafaza etmiş olmasıdır.
AK Parti’nin bu “görece başarı”sının arkasında yatan etkenler neler olabilir? Başlıca etkenler arasında, ekonomi, ideolojik bağlılık, iç ve dış güvenlik, liderlik ve seçim kampanyası ve demokratik hassasiyetler sayılabilir. Bu faktörlerden hangisinin seçim sonuçları üzerinde daha etkili olduğu konusunda yapacağımız tüm analizler, bir alan araştırmasıyla desteklenmediği sürece birer hipotez olarak kalmaya mahkûmdur. Pek tabii ki, bazı hipotezlerin diğer bazı hipotezlere göre daha makul olması söz konusu olabilir.
Ekonomik faktörleri vurgulayan hipotez, iktidarda bulunduğu 12 yıllık süre zarfında ekonomi alanında gösterdiği başarılı performans sayesinde seçmen tabanını ciddi şekilde genişletip pekiştiren AK Parti’nin son yerel seçimler öncesinde bir ekonomik kriz yaşanmaması nedeniyle de oylarını muhafaza ettiğini ileri sürmektedir.
İdeolojik bağlılık temelli hipotez, AK Parti’nin somut bir siyasi ideolojisi olduğu ve seçim başarısını da bu ideolojiyi benimsemiş olan seçmen tabanının 30 Mart’ta ideolojisine sadık kalarak AK Parti’ye oy verdiğini ileri sürerek açıklamaktadır.
İç ve dış güvenlik etkenine ilişkin hipoteze göre, AK Parti’nin seçim başarısı ülkenin güvenliğinin tehdit altında bulunduğu bir ortamda güçlü bir iktidara duyulacak güvenle açıklanabilir.
Dördüncü hipotezimiz liderlik ve yürütülen seçim kampanyası ile ilgilidir. Buna göre AK Parti’nin oylarını koruyabilmesinin arkasında yatan temel neden Tayyip Erdoğan’ın karizması ve yürüttüğü etkin seçim kampanyasıdır.
Son olarak, demokratik hassasiyet hipotezinden bahsedebiliriz. Burada, 17 Aralık operasyonu ile hükümete karşı yargı yoluyla bir darbe yapılmaya çalışıldığı ve seçmenin bunu görerek 30 Mart günü milli iradeye, sivil siyasete sahip çıkmak için AK Parti’ye oy verdiği ileri sürülmektedir.
Bu hipotezleri değerlendirmeye en sonuncusundan başlayalım. AK Parti’ye herhangi bir nedenden dolayı oy vermeyecek olup da 17 Aralık süreci sonrasında, “demokrasiye sahip çıkmak” nedeniyle oy vermiş olanların azınlıkta olduğu kanaatindeyim. Daha önce AK Parti’ye oy vermiş ve halihazırdaki performansından da çok rahatsız olmayan bir kimsenin yeniden AK Parti’ye oy vermesindeki temel faktörün demokrasiye sahip çıkmak arzusu olduğu fikrine de katılmıyorum. Bu düşünce belki zaten AK Parti’ye oy verme eğiliminde olan bir kişinin bu eğilimini pekiştiriyor olabilir. Bu çerçevede AK Parti’nin aldığı % 45 oy temelinde “Halk her zaman yaptığı gibi yine demokrasiye sahip çıktı, darbecilere dersini verdi” türünden genellemelerin gerçekçi değerlendirmeler olmadığı kanaatindeyim. Bu tür genellemeler, entelektüellerin kendi düşünce ve davranış kalıplarını kitlelere de genelleme eğilimi içermektedir. Nitekim eğer %45’in “demokrasiye sahip çıkma” temelinde oy verdiğini kabul edersek, geri kalan %55’in de “otoriterleşme, yolsuzluk ve hukuk devletine darbeye dur deme” saikiyle hareket ettiği argümanına eleştiri getiremeyiz. Oysa biliyoruz ki, nasıl AK Parti’ye oy veren %45’lik kitlenin önemli bir kısmı geçmişteki kimi antidemokratik uygulamalara sesini çıkartmamışsa, bugün AK Parti’ye oy vermemiş %55’in içinde de önemli bir kesim daha yakın geçmişte 367 garabeti, AK Parti’ye açılan kapatma davaları gibi hukuk devleti ihlalleri gerçekleşirken kafasını öte tarafa çevirmiştir.
AK Parti’nin başarısını liderlik ve yürütülen etkin seçim kampanyası ile açıklayan hipotezin de kısmi olarak doğruluk taşıdığını düşünüyorum. Buna göre, Tayyip Erdoğan’ın karizmatik liderliğinin ve Carl Schmitt’in dost-düşman ayrımına dayalı olarak yürüttüğü kutuplaştırıcı seçim kampanyasının AK Partili seçmenin bağlılığını korumasına hizmet ettiği ileri sürülebilir. Tayyip Erdoğan meydanlarda taraftarlarına/dostlarına kendisine karşı düşmanlar (Cemaat) tarafından gayr-i meşru bir operasyon yapıldığı mesajını ısrarla vermiştir. Bu, kendisini AK Parti ile ilişkilendiren ve fakat yolsuzluk operasyonu sonrasında bu kimliğini sorgulamaya başlayan taraftarların önemli bir kısmının bu sorgulamayı bir yana bırakıp liderleri ve diğer partililerle dayanışma içine girmesine yol açmış olabilir. Ancak ben bu hipotezin AK Parti’nin başarısında temel açıklayıcı olduğu düşüncesinde değilim. Nitekim, karizma ve dost/düşman söylemiyle “safların sıklaştırılmasından” önce o safların inşa edilmesi, seçmen tabanının oluşturulması gerekir.
AK Parti’nin başarısını seçmenin güvenlik arayışı temelinde açıklayan hipotezin de kısmi doğruluk payı olabilir. Nitekim, hükümetin inisiyatifinde başlayan barış süreci sayesinde silahların susması iç güvenlik tehdidini azaltmış ve hükümetin hanesine bir artı olarak yazılmıştır. Öte yandan ülke güvenliğine yönelik dış tehdit bağlamında Suriye tehdidi varlığını korumaktadır. Hatta seçim öncesinde Süleyman Şah Türbesi ile ilgili gelişmeler ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nin buraya müdahalesinin söz konusu olması ve bir Suriye uçağının sınır ihlali gerekçesi ile düşürülmesi Suriye ile savaş ihtimalini güçlendirmiştir. Bu gelişmeler seçmenin güçlü bir hükümet arayışını pekiştirmiş olabilir. Bu çerçevede AK Parti seçmeninin bir dış tehdit algısı altında hükümeti desteklemeye devam ettiği düşünülebilir.
Siyasi ideolojiye bağlılık hipotezimizle ilgili olarak ilk olarak sorulması gereken, AK Parti’nin tutarlı bir ideoloji partisi olup olmadığıdır? AK Parti’nin kuruluşu sırasında somut bir ideolojisi olmadığını, iktidara geldikten sonra parti yöneticilerinin tutarlı bir ideoloji arayışına girdiklerini biliyoruz. Bu arayışlar neticesinde AK Parti muhafazakâr-demokratlık kavramını geliştirmiştir. Uygulamada bu duruşun siyasi meselelerde liberal, ekonomik alanda “sosyal” piyasacı, kültürel boyutta muhafazakâr bir pozisyonu sergilediğini söylemek yanlış olmayacaktır. Bu duruşun 2002-2010 yılları arasında hâkim olduğunu söyleyebiliriz. Ancak özellikle 2011 genel seçimlerinden sonraki dönemde AK Parti’nin ideolojisindeki liberal rengin giderek soluklaştığını, bunun yerini milliyetçi-muhafazakâr bir söylemin almaya başladığını, sosyal piyasa boyutunun devam etmekle birlikte popülizme kaymanın yaşandığını söyleyebiliriz. Bugün itibarıyla AK Parti’nin siyasi ideolojik pozisyonunun popülist bir muhafazakârlık olduğu tespiti yanlış olmayacaktır. Bu çerçevede AK Parti’nin tutarlı, süreklilik arz eden bir ideolojisinin olmasından çok, zaman içinde değişim gösteren ancak muhafazakâr rengi değişmeyen bir siyasi parti olduğunu söylemeliyiz. Öte yandan AK Parti’ye oy veren kesimin ağırlıklı bir bölümü ılımlı milliyetçi-muhafazakâr merkez sağ seçmen kitlesidir. Bu kitle 2002 seçimleri öncesinde Doğru Yol Partisi, Anavatan Partisi ve Refah Partisi/Fazilet Partisi arasında dağılmıştı. Bugün bu seçmen bloku ağırlıklı olarak AK Parti şemsiyesi altında bulunmaktadır. Bu kitlenin geleneksel olarak sol partilere oy vermediği ölçüde ideolojik davrandığı söylenebilir. Ancak, daha önce en az üç parti arasında oyunu dağıtırken, bugün tek bir parti altında birleşmesi aynı zamanda pragmatik davrandığı ve parti kimliğini değişmez bir kimlik olarak benimsemediğini gösterir. Buna göre, bu kitlenin oyları sola yönelmese bile ciddi bir başarısızlık durumunda merkez sağ içindeki alternatif oluşumlara yönelebilir.
Kanımca, AK Parti’nin 30 Mart seçimlerindeki görece başarısını açıklayan en güçlü hipotez ekonomi ile ilgili olandır. Buna göre, AK Parti’nin iktidara geldiği 2002 yılından bu yana Türkiye başarılı bir ekonomik performans sergilemiştir. 2001 krizinden bu yana Türkiye’nin makroekonomik göstergeleri olumlu bir seyir izlemiştir. Bu çerçevede enflasyon düşmüş, TL’den altı sıfır atılmış, ekonomik büyüme hızlanmıştır. Bu başarıdaki aslan payı da elbette hükümete aittir. Hükümet bu başarının meyvelerini de toplamış, 2002’de %34 olan oy oranını 2004’te %41,6’ya, 2007’de %46,6’ya artırmıştır. Bu istikrarlı oy artışının tek istisnası 2008 yılındaki küresel ekonomik krizin arkasından Türkiye’nin negatif büyüme performansı göstermesi ve 2009 yılında gerçekleşen yerel seçimlerde AK Parti’nin %38,39 oy oranı ile ilk kez oy kaybı yaşamasıdır. 2009 yılının ardından ekonomi toparlanmaya başlamış ve AK Parti 2011 genel seçimlerinde %49,83’lük oranla kendisinin el elde ettiği en yüksek oy oranına ulaşmıştır. 30 Mart’ta yapılan yerel seçimlerde de %45’lik bir oy oranı elde etmiştir. Bu noktada sorulması gereken önemli bir soru, bu zamana değin AK Parti’nin oylarının ülkenin ekonomik performansı ile doğru orantılı olarak artar veya azalırken bu kez ekonomik bir başarısızlık olmamasına rağmen neden yaklaşık 5 puanlık bir düşüş yaşamış olduğudur. Kanımca bu sorunun cevabı AK Parti’nin 2011 yılından bu yana sergilediği otoriterleşme ve son yolsuzluk skandalında aranmalıdır. Ama şimdi bu konuya girmeyeceğim (Bu konudaki düşüncelerim için hurfikirler.com adresindeki “Naif” Bir Liberalin Vicdanı başlıklı yazıma bakabilirsiniz).
Siyasi ideoloji hipotezi seçmenin sol partilere yönelmemesini açıklayabilirken, neden AK Parti ile benzer ideolojiye sahip Demokrat Parti gibi partilere yönelmediğini açıklayamamaktadır. Kanımca cevap ekonomik performansta yatmaktadır. AK Parti’nin başarısını açıklamakta diğer faktörlerin hiç etkisinin olmamasını beklemek çok makul görünmemektedir. Ancak, bu diğer faktörlere dayalı hipotezlerin özellikle ekonomik hipotezle bir arada ele alınarak açıklayabilici olacağı kanaatindeyim.
*Doç. Dr., Hacettepe Üniversitesi
Zaman, 13 Nisan 2014