Tek bir PKK saldırısında tam 11 can verdik. Son bir ayda ise 40. Hepsine Allah’tan rahmet, acılı ailelerine de sabır diliyorum.
Bu terör dalgasını lanetlemekte sonuna kadar haklıyız. Ancak öfkeyle bir yere varamayacağımız da kesin. Aksine, biraz serinkanlı düşünmek, “onca açılım gayretinden sonra niye dönüp dolaşıp yeniden bu noktaya geldik” diye adam akıllı sorgulamak gerek.
İlk yapmamız gereken ise, Türkiye’nin 1984’ten beri ısrarla çiğnediği bir takım eski sakızların yeni versiyonlarını üretmekten vazgeçmek. Son haftalarda epey popüler olan “bu işin arkasında İsrail var” söylemi, işte böylesine bir yanlış.
Evet yanlış, çünkü böyle büyük iddialar kanıtlanmadığı sürece ciddiye alınamaz. “Şu aralar İsrail bize kızgın, PKK da bizi vuruyor, demek ki bunu İsrail yaptırıyor” gibi mantık yürütmeler de ciddiye alınamaz.
Anlamamız gerek ki, PKK, her ne kadar bir dizi “dış mihrak”tan hakikaten konjonktürel destekler bulmuş olsa da, kendine göre hedefleri, amaçları ve “eylem takvimi” bulunan bir örgüt. Nitekim son aylarda PKK cephesinden gelen sinyallere bakanlar, örgütün kendi gerekçeleri uyarınca şiddeti tırmandırmaya karar verdiğini açıkça görebilirlerdi.
PKK’yı İsrail’e veya bir başka dış güce bağlayıp durmanın tek zararı ise, uluslararası kamuoyu karşısında irrasyonel duruma düşmemiz değil. Asıl zarar, bizzat Türkiye içinde irrasyonel bir ortam yaratmamız. Çünkü bu bitip bilmeyen “ dış mihraklar” edebiyatı, PKK’nın kitlesel tabanı olan bir örgüt olduğu gerçeğiyle yüzleşmemizi engelliyor. Bu yüzden de o “dış mihraklar”a hadlerini bildirir, içerideki “üç-beş çapulcu”yu da tepelersek, sorunu çözmüş olacağız sanıyoruz.
Aslında AK Parti hükümeti, bu klasik “Ankara körlüğü” ile çıkmamıştı yola. Aksine, cumhuriyet tarihi boyunca başka hiç bir hükümetin göstermediği bir vizyon ve cesaretle “açılım”ı başlatmıştı. Bu kritik sürecin iki ayrı boyutu vardı:
Bir, dil ve kültür alanında reformlar yoluyla Kürt vatandaşların hak ve özgürlüklerini genişletmek.
İki, PKK’yı şiddeti durdurmaya ve silah bırakmaya ikna etmek.
İlk boyutta yapılanların ve yapılması hedeflenenlerin hepsi doğruydu. Ancak ikinci boyutta açılım tıkandı. Bir taraftan PKK’nın uçuk taleplerinin kabul edilemezliğiyle bir taraftan da “Habur olayı”nın yarattığı tepkiyle karşılaşan hükümet, açılımı “PKK’ya rağmen”, hatta onun gücünü kırarak yürütme yoluna girdi. Ardından KCK operasyonları ve “kelepçeli belediye başkanları” geldi.
Bu işin arkasında da daha ziyade emniyet güçlerinin ve o ekolden gelen bazı uzmanların perspektifi yatıyordu. Bunlar, “KCK’ya iyi bir darbe indirirsek açılıma devam etmek için önümüz açılır” gibi bir hesap yaptılar.
Geldiğimiz nokta ise sanırım bu hesabın tutmadığını gösteriyor.
Bir başka deyişle, “askeri yaklaşım”dan zaten hiç hayır gelmiyordu ama, buna alternatif olarak ortaya çıkan “polisiye yaklaşım” da meseleyi çözmeye yeterli olmayabilir.
İhtiyacımız olan şey ise, hep eksik kalan “siyasi ve sosyal yaklaşım”. Yani, PKK’nın sadece “örgüt kadroları”ndan değil, aynı zamanda geniş bir “kitle”den güç aldığını görecek, bu kitlenin siyasi, sosyal ve hatta psikolojik yapısını anlayacak bir yaklaşım.
Bunu bir anlayalım ve ima ettiklerini çekinmeden tartışabilelim ki, bu sorun hakikaten nasıl çözülür, kan nasıl durur, oturup konuşabilelim.
Yoksa, inanın, bu gidiş hiç iyi değil.
Star, 23.06.2010