Avrupa Birliği Komisyonu’nun 2010 İlerleme Raporları 9 Kasım günü açıklandı. Aynı gün AB’nin Türkiye’ye ilişkin raporu bağlamında konuşan Türkiye-AB Karma Parlamento Komisyonu Eşbaşkanı Helene Flautre, AB’nin Türkiye’ye karşı ikiyüzlülüğü bırakmasını söyledi.
Bayan Flautre, özelde Kıbrıs meselesinde AB’nin Türkiye’den beklentilerinde ve genelde Fransa, Almanya ve Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Türkiye ile katılım müzakerelerine yönelik tutumlarında ikiyüzlülük olduğunu ifade ediyor. AB’nin Türkiye’ye karşı ikiyüzlü ya da daha çok kullanılan deyimle çifte standartla yaklaştığı hususu Türkiye’de de yaygın bir kanı. Ben tek tek AB ülkelerinin değil, ama AB kurumlarının Türkiye’ye çifte standart uyguladığını düşünmüyorum. Başka bir deyişle AB diğer aday ülkelerden istemediği bir koşulu Türkiye’ye uygulamış değil. Zaten AB’nin Türkiye için çifte standart uyguladığını söyleyenlerin verdiği somut bir tane örnek yoktur. En çok gündeme getirilen müzakerelerin açık uçlu olduğu hususu sadece Türkiye için değil diğer aday ülkeler için de belirtilmiştir. Dahası bunun ilk ortaya konuluşu da 1997 Lüksemburg zirvesinde merkezî ve Doğu Avrupa’daki aday ülkeler içindir. AB’nin Annan Planı’nın referandumu bağlamında Kuzey Kıbrıs’a yönelik vaatlerini yerine getirememesi bir çifte standarttan ziyade bir acziyettir. AB’nin Türkiye politikası ikiyüzlülük veya çifte standartla değil bence “idare etme” siyaseti ile izah edilebilir. Ayrıca bu idare etme siyaseti sadece AB’nin Türkiye’ye ait tutumunu değil, aynı zamanda Türkiye’nin AB politikasını da açıklar. AB Komisyonu’nun 2010 İlerleme Raporu’nda idare etme politikasının izlerini görmekteyiz.
‘İdare etmek’ deyiminin Türkçede günlük dilde kullanımı daha ziyade ‘oyalamak’ anlamına geliyor. Burada salt bu anlamda kullanmıyorum. İdare etmek deyimini birini oyalamayı da içeren ama onunla iş yapma ve beraber olma anlamında alıyorum. İdare etmek fiili birisi hakkında ne yapmalı sorusuna cevap aramayı niteler. Fiilin İngilizcedeki ‘to manage’ karşılığı tam da bunu ifade eder ve sadece AB-Türkiye ilişkilerini değil, genel olarak Türkiye-Avrupa ilişkilerini de niteler. Eğer kısa bir tarihçe vermek gerekirse Türkiye’nin Avrupa için on sekizinci yüzyıla kadar dış tehdit unsuru olan bir öteki olduğunu söylemek durumundayız. Bu dönemde güç ve inisiyatif daha ziyade Türkiye’de olduğu için Avrupa’nın idare etme siyaseti savunma ve inkâr odaklı bir siyasettir ve Türkler Avrupa aidiyetinin olumlanması için kullanılmıştır. On sekizinci yüzyıldan günümüze Türklerin Avrupa’nın olumlayıcısı bir öteki konumundan çıktığını söylemek zor. Lakin, inisiyatif ve güç Avrupa lehinde olduğu için idare etme siyaseti savunma ve inkâr odaklı değildir. Tehditten telkine uzanan bir skalada yürütülür. İdare etmek siyaseti oyalamak şeklinde de uygulanır, özellikle Türkler hep böyle algılar.
Bu idare etme tavrı AB’nin Türkiye ile ilişkilerinde özellikle yakın yıllarda belirgin bir şekilde görülür. Mesela 1999 Helsinki zirvesinde Türkiye’nin adaylığının tescili idare etme politikasının bir sonucudur. Türkiye’ye 1997 Aralık’ında yapılan Lüksemburg zirvesinde adaylık statüsü verilmedi. Türkiye’nin AB’nin koyduğu kriterlerden uzak olduğu gerekçesiyle. İki yıl sonra ne değişti de bu statü verildi? Lüksemburg’da dile getirilen ‘Kopenhag Kriterleri’ de denilen kıstaslar açısından iki yıl içinde Türkiye’de kayda değer müspet yönde herhangi bir adımın atılmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Aslında bunu AB sözcüleri de belirtmişti. Zamanın AB Türkiye temsilcisi Karen Fogg, sadece DGM’lerden askerî hakimlerin çekildiğini saymakla yetindi. Öte yandan, 1999 Temmuz’unda yapılan anketler Avrupa kamuoyunun Türkiye’nin yakın bir gelecekte AB üyesi olmasına karşı çıktığını göstermekteydi. AB’nin istatistik merkezi Eurobarometre tarafından 15 AB üyesi ülkede yapılan araştırmada, Türkiye’nin AB’ye üye olmasına Avrupa kamuoyunun yüzde 47’si karşı çıkarken sadece yüzde 29’u destekliyor ve yüzde 24’ü de çekimser kalmayı yeğliyordu. Lüksemburg’dan Helsinki’ye önemli bir adım atılmadı Türkiye’de ve Avrupa kamuoyunun çoğu da Türkiye’yi Avrupalı olarak kabul etmiyordu. Öyleyse, neden Helsinki’de adaylık statüsü tescil edildi? Türkiye’nin Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkasya açısından stratejik konumunun Avrupalılarca algılandığı, ABD’nin yoğun lobi faaliyetinin meyve verdiği ve uzun vadede Türkiye gibi büyük bir ülkenin Almanya’ya karşı denge oluşturmada katkısının İngilizler ve Fransızlar tarafından düşünüldüğü gibi değişik cevaplar verilebilir. Bütün bu faktörlerin neticesinde Türkiye’ye hayır demektense bir idare etme siyaseti olarak adaylık tescili yapıldı. Aynı şekilde, 2004 Aralık’ında Türkiye henüz Kopenhag siyasi kriterlerini tam anlamıyla yerine getirmemişken, Komisyon’un müzakerelerin başlatılmasını tavsiye etmesi de bir idare etme formülüyle, Türkiye’nin Kopenhag siyasi kriterlerini “yeteri ölçüde” gerçekleştirdiği gibi bir ifadelendirmeyle sağlanmıştı.
İDARE ETME SİYASETİNİN ÜÇ MUHATABI
Birincisi Türkiye, ikincisi Avrupa içi dengeler ve üçüncüsü de Türkiye içindeki gruplar yani Türkiye içi dengeler. 1998’den bu yana yayımlanan raporlarda AB Komisyonu bu üç muhatabı idare etmeye hep özen göstermiştir. Bunun bir nedeni şüphesiz bu muhatapların talep ve beklentilerini karşılamaktır. Diğer nedeni ise Türkiye-AB ilişkisinin kopmasını önlemek ve devamını garanti etmektir. Son yıllar için konuşursak şunu söyleyebiliriz: Komisyon idare etme siyaseti ile, bir yandan Türkiye içinden bir yandan da bazı AB ülkelerinden yükselen Türkiye’nin AB üyeliğine muhalif seslere ve hareketlere rağmen, Türkiye-AB üyelik müzakerelerinin devamını ve nihayetlenmesini sağlamaya çalışmaktadır ve bu konuda da şu ana kadar başarılıdır. Daha iyi anlaşılması için Komisyon’un idare etme siyasetine birkaç örnek verelim. Türkiye’deki Kemalist statükoyu ve Avrupa’daki İslam karşıtı grupları idare etmek için başlangıçta askerin sivil kontrolü hep genel ve muğlak ifadelerle dile getirilirken zamanla daha somut konular gündeme getirildi. Lakin yine de Türkiye’deki güçlü militer yapı gözetildi. Mesela 27 Nisan muhtırası akabinde Olli Rehn sivil hükümetten yana güçlü bir destek ifade ederken bile “Türk askerinin profesyonel niteliğine saygılıyız.” ifadesini eklemekten geri durmamıştı. Türkiye’de askerin profesyonel olmadığı belli iken profesyonelliğe vurgu ancak idare etme siyaseti ile açıklanabilir. Yine, 1998’den beri yayımlanan raporların hiçbirinde başörtülü öğrencilerin mağduriyetine değinilmemesi, hem Türkiye’deki Kemalist statükoyu hem de Avrupa’daki İslam karşıtlarını idare etmenin neticesidir.
Son açıklanan 2010 İlerleme Raporu’nda idare etme politikasının izlerini bulabiliriz. Örneğin anayasa değişikliği AB kriterleri bağlamında olumlu bulunurken, değişiklik sürecinin muhalefet partileri ve sivil toplumla diyalog içinde gerçekleştirilmediği ve çatışmacı siyasi üslubun egemen olduğu gibi bir eleştiri yapılıyor. Hükümetin muhalefete paketi götürdüğü ve muhalefetin de kapağını açmadan reddettiği olgusu hatırlanırsa, diyalogsuzluk eleştirisi pek anlamlı olmuyor. Yine Ergenekon davasına ilişkin davanın Kopenhag siyasi kriterlerini sağlamlaştırmak için bir fırsat olduğu vurgulanırken, davadaki tutukluluk ve yargılama sürelerinin uzunluğu gibi usul eleştirilerinden geri durulmamış. Şimdi elbette bu eleştiri doğru, ama sadece bu davaya ilişkin değil Türkiye’deki hukuk mekanizmasının işleyişine ait genel bir sorun ve Türkiye’nin de bunu mutlaka çözmesi gerekiyor. Komisyon bu genel sorun bağlamında değil de adı geçen davaya ilişkin olarak böylesi endişeleri ifade edince, bir anlamda Türkiye’de sadece bu davaya ilişkin olarak bu konuları vurgulayan grupları idare etmeye çalışıyor. Raporda bir yandan Cumhurbaşkanı’nın çabaları ve tutumu övülürken diğer yandan da yaptığı atamalara ilişkin endişeler dile getiriliyor. Ortada herhangi bir usulsüzlük yokken, bunun ifade edilmesi de yine Türkiye’deki belli kesimlerin idare edilmesine yönelik bir tutum.
Son olarak AİHM kararına rağmen din derslerinin müfredatta hâlâ zorunlu olduğunun belirtilmesi de belli kesimlere yönelik bir idare etme siyasetini yansıtıyor. Çünkü din dersleri AB ülkelerinin bazılarında da zorunlu, dahası Türkiye’de din dersi dışında müfredatta AİHM’nin tanımladığına benzer başka zorunluluklar, mesela tarih derslerinde, mevcut. Lakin Komisyon bunlara değinmiyor bile. Bu örnekleri uzatmaya gerek yok. Özetle söylemek istediğim, AB’nin belki bazı anlaşılabilir gerekçelerle hâlâ bir idare etme siyaseti izlediğidir. Burada hakkaniyetli davranmak için Türkiye’nin de AB’ye karşı benzeri bir idare etme politikası güttüğünü söylemeliyim, ama bu başka bir yazı konusu. İdare etme siyasetinin konjonktürel sebepleri olabilir. Lakin eğer Türkiye’nin AB ile bütünleşmesi isteniyorsa idare etme siyasetinin bir noktada bırakılması ve bütünleşme ve birliktelik siyaseti ile ikame edilmesi gerekir. Hele hele temel haklara ait mevzularda idare etme siyasetine hiç mi hiç yer verilmemelidir.
Zaman, 12.11.2010