Malum, her çöküşün ardından böyle bir ihbar-ifşaat furyası yaşanır. Bir zamanların güç dengelerine göre kurulmuş ittifaklar parçalanır, sırlar ortaya dökülür; hesaplaşmalar, suçlamalar başlar. Eski suç ortakları, batan gemiyi bir an önce terk etmek için birbirlerini ezerek öne geçmeye; yeni statükoya giden filikada kendilerine bir yer bulmaya çalışırlar.
28 Şubat’ın 15’inci yılında karşı karşıya olduğumuz manzara bu…
Ben kimileri gibi, bu manzaradan rahatsız olmuyorum; hesaplaşmada aşırıya kaçıldığını, insafsız davranıldığını, insanlara özeleştiri ve dönüşüm imkânı bile tanımayan bir acımasızlığın hüküm sürdüğünü düşünmüyorum. Tam tersine, medyada yeni bir dönem başlayacaksa, önce bu hesaplaşmanın en acımasız bir biçimde yapılmasının, herkesin ipliğinin pazara çıkmasının, o zor yıllarda kalemini kötüye kullananların teşhir edilmesinin gerekli olduğuna inanıyorum.
28 Şubat darbesine çanak tutanlar, darbe ortamının hazırlayıcılığını yapanlar, darbecilere lojistik destek sağlayanlar bunun hesabını vermeliler.
Ama nerede vermeliler?
Mesele işte bu noktada; hesaplaşmanın şiddetinde değil, nerede yapılacağı meselesinde düğümleniyor ve bence bu konuda ince bir ayrım yapmak gerekiyor.
Eğer 28 Şubat soruşturmasında, 28 Şubat Medyası’nın kimi aktörlerinin darbecilere “boyun eğme”çizgisini aşıp, tıpkı şu anda Ergenekon davasından yargılanan kimi basın mensupları gibi doğrudan doğruya darbenin planlanması sürecinde aktif yer aldıkları, emir komuta ilişkisi içinde oldukları ortaya çıkarsa, bu unsurların yargı önüne çıkarılması kaçınılmaz hale gelebilir. Ve bu konuda kimsenin elinden bir şey gelmez.
Ama o süreci içinden yaşayan basın mensupları olarak, hepimiz biliyoruz ki, bu çok istisnai bir durumdur. Yaygın olan durum, güçlüye boyun eğme, şantaj ve tehdit altında “grubun maddi çıkarlarını koruma”adına uzlaşma, yardım etme ve hatta işbirliği yapma durumudur. Tabii buna bir de darbenin ideolojisini benimseme -yani gönüllü asker yazılma- halini eklemek gerekir.
Sonuç olarak, soruşturma sürecinde ortaya çıkabilecek “istisnai durumları” bir kenara bırakırsak, ilke olarak vurgulanması gereken şey, mesleğine ihanet etmiş gazetecilerin yargılanacağı yerin mahkeme salonu değil, kamuoyu vicdanı olduğudur.
Eğer hesaplaşma mahkeme salonlarında yapılmaya kalkışılırsa, son derece tehlikeli mecralara sürüklenebilecek bir sürecin kapısı açılmış olur. Tıpkı KCK soruşturmalarında olduğu gibi, fikir ile eylem birbirine karışır. Kimin 28 Şubat darbesini şeriat tehlikesine gerçekten inandığı için desteklediğini, kimin başka hesaplar içinde olduğunu ayırt etmek mümkün olmaz. Darbenin planlamasında yer alanlarla olmuş bir darbeye destek verenler birbirinden ayrılamazsa, fikir cezalandırılmış olur. Sonuçta bu süreç bir cadı avına dönüşebilir ve demokrasimiz açısından yarardan çok zarar getirebilir. Böyle bir hatanın darbe şakşakçılarını “fikir suçlusu”, “mağdur” ve hatta “basın kahramanı” haline getirmesi hiç de şaşırtıcı olmaz.
İşte bütün bu sebeplerden, bu hesaplaşma sivil toplum içi bir mesele olarak ele alınmalıdır. Toplum, 28 Şubat basınından kendisi hesap sormalı, ceza verilecekse yine toplum vermelidir.
Nedir bu ceza?
Bütün kirli çamaşırlar ortaya döküldükten sonra, kimi isimlerin artık medyada kalacak yüzünün olmaması, kendiliğinden çekip gitmesi; kimisinin okur tarafından cezalandırılıp okunmaz hale gelmesi; bazılarının da böyle bir yükü taşımak istemeyen gazete sahipleri tarafından işten çıkarılmasıdır.
Kendi adıma benim bu süreçten asıl beklentim, bundan böyle basına ayağını atan herkesin bugünleri hatırlaması, “darbe işbirlikçiliği” yapanın yanına kâr kalmayacağını, bunun bir bedeli olduğunu ve er geç ödeneceğini öğrenmesidir.
Tıpkı bir daha darbe yapmaya cesaret edemeyen ordu gibi, bir daha darbe şakşakçılığı yapmaya cesaret edemeyen bir medyanın yaratılmasıdır.
Bugün, 07.03.2012