Hayrettin Karaman’ın Yeni Şafak’ta yayınlanan “Tahammül mü; hoş görmek mi” başlıklı yazısı -kendisinin de korktuğu gibi- yoğun tepkilerle karşılaştı.
Eleştirenlerin endişelerini anlıyorum ve bir ölçüde katılıyorum. (Bunlara değineceğim) Ama yine de bana, Hoca’ya biraz haksızlık yapılıyor; yazının ana fikri gözden kaçırılıyor gibi geldi.
Okumayanlar için özetleyecek olursak, Sayın Karaman söz konusu yazısında önce bir Müslüman’ın imkânlar ve şartlar elverdiği takdirde İslam ahkâm, ahlak ve adabının hâkim olduğu, kimsenin aleni olarak bunları çiğneyemediği bir toplumda yaşamak isteyeceğini; yine imkân bulduğunda, şartlar müsait olduğunda, düzelteyim derken bozma ihtimali bulunmadığında, daha büyük sakınca doğurmadığında her Müslüman’ın kamuya açık yerde dine, ahlaka, adaba aykırı bir davranışı engellemek veya ıslah etmek maksadıyla müdahale etmekle yükümlü olduğunu söylüyor.
Dikkat edilirse bu bölümde ifade edilen şey genel ve teorik bir kural.
Hemen arkasından da somut duruma geçilip şu soru soruluyor:
“Bir Müslüman yukarıda özetlediğim imkanlardan mahrum ise, çok dinli, çok kültürlü, çok ahlak anlayışlı bir toplum içinde yaşamak durumunda kalmış ise ne yapacaktır?”
Ve şöyle devam ediyor: “Şartlar müdahaleye ve düzeltmeye müsait olmadığına göre bunu yapamayacaktır. Şartlar, ötekilerden ayrı bir mekana yerleşip orada kendi inancına göre yaşamaya elverişli değilse bunu da yapamayacaktır. Geriye beraber, yan yana yaşama şıkkı kalıyor.”
Yazının daha sonraki bölümünde ise Hayrettin Karaman’ın bugün Türkiye için kaçınılmaz gördüğü bu “birlikte yaşama” durumunda Müslümanlar’ın nasıl davranması, nasıl hissetmesi gerektiği ile ilgili fikirlerini ve tabii dindar kesime yönelik iç eleştirilerini okuyoruz. Yazının ana fikri de zaten burada başlıyor. Karaman bu bölümde çoğulcu bir toplumda yaşayan Müslüman’ın farklı olanlarla zorunlu ilişkisinin “hoşgörü” değil, “tahammül” olması gerektiğini savunuyor. Hoşgörü kavramının “hoş bir şey gibi görmek” şeklinde algılanmasından duyduğu rahatsızlıkla, tahammül kavramını getiriyor ve Müslüman bir kişinin farklı olanlarla arasındaki farkın “farkında olmak” mecburiyetine vurgu yapıyor.
Zaten yazının finalinde yer alan şu cümle onun bu yazıdan meramını açıkça ortaya koymakta: “Dindarlık bakımından en önemli tehlike bu ‘farkında oluşun’ ortadan kalkmasıdır. Şartlar öyle getirdiği için farklılığa tahammül ederek, kimsenin -düzen tarafından verilmiş- hak ve hürriyetine müdahale etmeden yaşamak başkadır, hoş olmayanı hoş görmek başkadır.”
X x x
Bu yazı bana köşe yazarlığına başlarken yazdığım ilk yazıyı ( Hoş Görmeme Hakkı, Yeni Yüzyıl, 19 Aralık 1994) hatırlattı. Belki de bu yüzden, Karaman’ı daha iyi anladım.
Zira ben de o yazıda, hoş görmenin, hoş bir şey gibi görme noktasına doğru kaydığını yazmış ve şöyle demiştim:
“Bilindiği gibi, hoşgörü bileşik bir kelimedir. Birleşik yazılır, birleşik okunur ve ‘katılmadığınız, beğenmediğiniz hatta zararlı ya da tehlikeli bulduğunuz şeylere hayat hakkı tanımak, varlığını kabul etmek’ anlamını taşır. Ama galiba son yıllarda çoğunluk bu kelimeyi ayrı yazmaya ve öyle anlamaya başladı. Etrafında yaşanan yanlışlıkları, kalitesizlikleri, ilkellikleri hoşgörmüyor; ‘hoş bir şey’ olarak görüyor.
(…) Belki de diyorum, geçmişte farklılıklara tahammül gösteremeyen bazıları, ‘demokrat olmanın’ faziletlerini yeni yeni keşfettiklerinden, kantarın topuzunu kaçırıp bir çırpıda ‘tahammül etmek’ten sempati duymaya doğru kayıverdiler. İsteyenin türban takma hakkını savunayım derken neredeyse kendi başlarını örtecekler. Devlet televizyonundaki arabesk yasağına karşı çıkmakla işe başlayıp arabesk hayranı oluverdiler. İslami kesimin de entelektüelleri olabileceğini görmeleriyle birlikte onların müritliğine soyundular.”
Dikkat ederseniz, 17 yıl önce yazdığım bu yazıda, ben de bugün Karaman’ın taşıdığı kaygıyı (ama tersten) dile getiriyor; din ve ibadet özgürlüğünü savunan liberal demokratların “farklılıklarının farkında olmaları gerektiğine” vurgu yapıyorum.
Bu yazımda, Karaman’ın savundukları ile benim yıllar önce yazdıklarım arasındaki simetriyi vurgulamakla yetinip, bir sonraki yazımda sözünü ettiğim simetrinin anlamı üzerinde daha derinlemesine durmak istiyorum.
(Biliyorum, daha önce iki defa “devamı gelecek yazıya” duyurusu yapıp ani gündem değişiklikleri dolayısıyla ikinci bölümleri yazmaya fırsat bulamadım. Ama söz, bu defa devamını getireceğim.)
Bugün, 10.08.2011