1915 yılında Osmanlı Ermenilerinin başına tam olarak ne geldiği sorusu, belli ki epey önemli bir tartışma açıyor. Ancak bizler bu tartışmayı çoğu zaman bazı yanlış önkabullerden yola çıkarak yapıyoruz. (Yahut yapmayıp baştan kapatıyoruz.) Bu önkabullerin başında da “ milletimizin asla insanlık suçu işlemeyeceği,” ve bizim de “ecdadımıza asla laf söyletmeyeceğimiz” şeklindeki yaygın söylem geliyor.
Peki neden yanlış bu yaklaşım?
Öncelikle pek tutarlı değil. Siz tarihte yaşanmış bir trajik olayı değerlendirirken “bak, arkadaş, şunu bil ki ben ecdadıma laf söyletmem” diye söze girince, aslında olayın hakikatiyle pek de ilgili olmadığınızı baştan ilan etmiş oluyoruz. Bundan sonra olayın hakikatine dair ne kadar açıklama yaparsanız yapın, pek bir kıymeti olmuyor.
Sizle “ecdadınız” arasındaki duygusal bağ dünyanın geri kalan kısmını bağlamadığı için de, uluslararası platformda haliyle tek başınıza kalıyorsunuz.
Bu yaklaşımdaki ikinci problem, bizzat bu ütopik “ecdadımız” anlayışı. Bir milletin geçmişiyle iftihar etmesi, onu bugüne taşıyan atalarına karşı da saygı ve minnet hisleri içinde olması, kuşkusuz meşru bir tutum. Ancak bu ataların içindeki tüm fertlerin ak sütten çıkmış ak kaşık olduğunu varsaymak, pek akıl kârı değil. “ Yüce Türk milleti”nin içinden bugün nasıl katiller, hırsızlar, işkenceciler, darbeciler çıkıyorsa, geçmişte de fena adamlar çıkmış ve fena işler yapmış olabilirler.
Aslında bu basit gerçeği görmek çok da zor bir şey değil. Ama görenlerin çoğu yine de “laf söyletmeme” tavrında ısrar ediyor. Bunun da sebebi, sanırım, “ecdadımız”ın ve “millet ve devletimiz”in itibarını başka her şeyden üstün tutmak istemeleri.
Bu tavra karşı ise söylenebilecek çok fazla bir şey yok. Çünkü böyle düşünen, “benim için en yüce değer, atalarım, milletim ve devletimdir” demiş oluyor. Değerler büyük ölçüde bir tercih meselesi olduğu için de, insanlara “niye bu değeri seçtiniz” diye sormak pek anlamlı değil.
Fakat Türkiye şartlarında oldukça anlamlı olan bir başka soru var: “Benim için en yüce değer, atalarım, milletim ve devletimdir” diyen bir insan, acaba Müslümanca bir şey demiş oluyor mu?
Benim bu soruya verdiğim cevap, “hayır.” Gerekçem ise Kur’an’ı Kerim’in aşağıdaki ayeti:
“Ey iman edenler, kendiniz, anne-babanız ve yakınlarınız aleyhine bile olsa, Allah için şahidler olarak adaleti ayakta tutun… adaletten dönüp hevanıza (tutkularınıza) uymayın.” (Nisa Suresi, 135)
Buradan anladığım şu: Bir Müslümanın en yüksek siyasi ve toplumsal değeri, “adalet” olmalı. Adaletin çiğnendiğini düşündüğünde de “yakınları” (örneğin ecdadı, milleti ve ülkesi) aleyhine de olsa, doğru bildiğini söylemeli.
Bunun günümüz Türkiyesi tartışmalarına uyarlaması ise şöyle olabilir: Müslüman vicdanının, Türkiye muhaliflerinin (sözgelimi Batı’daki Ermeni lobisinin, PKK lobisinin ya da başka ideolojik grupların) “ avukatı” olması elbette mümkün değildir. Ama aynı vicdan “Türkiye’nin avukatı” da olamaz.
Ona düşen sadece “adaletin avukatı” olmaktır.
Kaldı ki Türkiye’yi yüceltecek olanlar da zaten böyle vicdanlardır.
Bugüne dek böyle vicdanlar olmasaydı, belki hala “Kürt yoktur, dağ Türkü vardır” gibi resmi yalanlara alkış tutuyor olurduk.
Ya da binlerce insan işkence görürken “devletimizin itibarını” korumak için, “ne işkencesi, olmaz bize öyle şey” diye yüzsüzlüğe vururduk.
Bundan sonra da daha demokratik bir ülke olacaksak, bu, avukatlığını adalete dayandıranların sayesinde olacak.
Star, 22.03.2010