Değerli hocam Bekir Berat Özipek, geçtiğimiz günlerde Serbestiyet’te, II. Meşrutiyetin ilan edilmesi hengâmındaki siyasi atmosfer ile 14 Mayıs seçimlerindeki mevcut siyasi durumu karşılaştıran ve bu iki olay arasında ne gibi benzerliklerin bulunduğunu gösteren bir yazı kaleme aldı. Buna göre, “II. Abdülhamid’i devirmeyi” özgürlüğün yegâne şartı olarak gören, normal şartlarda bir araya gelemeyecek kadar farklı geçmişlere ve farklı görüşlere sahip birçok hizip, bu amaç uğruna aralarındaki farklılıkları ihmal edip Sultan’ı devirmişti. Bunun sonucu, “savaş, felaket ve yıkımdı.” “Yüz yıl sonra tarih, bizi, benzer bir tercihle karşı karşıya bırakmakta”, diye yazıyor, Özipek.
Bu iki olay arasında kurulan böyle bir analoji, pek tabiî olmakla birlikte, bazı eksikliklerle malûl. Bu eksikliklerin belki de en göze çarpanı, yazının ana ekseninin dairesel bir tarih anlayışına matuf olmasına rağmen, içeriğinin bu anlayışın gerekliliklerine uygun olmayacak bir bakış açısına sahip olması. Bu yüzden, Özipek’in yazısının ilkesel bir itirazla karşı karşıya kalması muhtemel.
Tarih tekerrür eder. Bunu açıklayabilmek için tarih ve zamanın ilişkisini anlamak elzemdir. Zaman, tarihin hem gerek-şartıdır hem de yeter-şartı; bu yüzden tarih, ancak ve ancak zaman-içre var olabilir. Zaman ise döngüseldir veya bir başka ifadeyle daireseldir; gece ve gündüzün tahavvülatı, dünyanın döngüsel hareketiyle birlikte günlerin, haftaların, ayların peşi sıra birbirini kovalaması, insan ömrünün doğumdan başlayıp büyümeye, gelişmeye ve yaşlanmaya doğru tebeddül etmesi, alemdeki zamana kayıtlı bütün mahlûkların yaşamları boyunca tecrübe ettiği bütün değişim ve dönüşüm buna örnektir. Zaman, tarihi kuşatıyorsa, tarih de döngüseldir; keza tarihin bir döneminde ortaya çıkan bütün aktörler, siyasi birlikler ve iktidarlar da doğar, gelişir, çözülmeye başlar ve en nihayetinde sona erer, yani başladığı noktaya geri döner. Nitekim kutsal metin ve dinî anlatılarda da aynı ilkeyi bulmak mümkündür. Mesela, Hazreti Adem’in cennetten yer yüzüne intikal etmesi, Hristiyan öğretilerde bir düşüşü temsil ederken, Müslümanlar için yeni bir imkanı, bir doğuşu ifade eder ki Hazreti Adem’in dünyaya gönderilmesi, insanlığın doğumuna bir vesile olmuştur. Dolayısıyla, bütün bu değişim ve dönüşümler gibi tarihsel olayları da açılmış yeni imkan ve imkansızlıklar olarak okumak, bizi, hayata karşı kötümser olmaktan uzak tutacak ve bugünümüzü anlamlandırma noktasında daha faydalı olacaktır.
Bu ilkeden hareketle, her tarihsel olayın farklı tezahürleri olduğu, genellikle yükseliş ve çöküşlerin durmadan birbirini takip ettiği söylenebilir. Yüz yıl gibi uzun bir sürenin bir döngüselliği ifade ettiği gibi, her bir iktidarın hüküm sürdüğü birkaç yıl bile çöküşü ifade edebilecekken, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Sultan’ın yerine geçmesi bir batışı gösterebilir. Yine, Anadolu toprakları savaş, felaket ve yıkımla bile karşılaşmış olabilir fakat bu -Özipek’in iddiasının aksine- sonuç değildir. Kurtuluş Savaşı’nda bu toprakların insanının canhıraş bir şekilde vatanı kurtarma gayesinde, sonrasındaysa Birinci Meclisin ilan edilmesi toplumun farklı kesimlerinden insanların bir araya gelmesiyle toplumdaki birlik ve beraberliğin sağlanmasında yeni bir imkân olarak ortaya çıkmıştır. Maalesef ki bu imkân, toplumun daha dar kesimlerini temsil eden İkinci Meclisle çiçek açamadan tüketilip gitmiştir. Bundan sonra da tarihimizde birçok iniş ve çıkışlar meydana gelmiştir. Örneğin; DP, Özal ANAP’ı ve AK Parti, iktidarda kaldıkları sürenin hatırı sayılır bir kısmı gelişme/yükseliş; hem bu dönemlerin son raddeleri ve hem de geçtiğimiz yüz yılda iktidara gelen diğer aktörlerin hüküm sürdüğü yılların büyük bir kısmı ise çöküş/iniş olarak nitelendirebilir. Sonuç olarak, bu olayların ve aktörlerin hepsinin, bugünkü siyasî kültürümüzde ve demokrasi tecrübemizde iyi veya kötü payı olan birer aracı olduğu söylenebilir.
Önümüzdeki seçimlere dönecek olursak, Özipek’in yazısında üzerinde durduğu olasılığı -Altılı Masanın başkanlığı ve meclis çoğunluğunu kazanmasını- düşünelim. Adam Smithçi bir ifadeyle, iki ihtimalin bizi beklediğini görebiliriz: Ya bu yeni iktidar sahipleri olumlu faaliyetlerde bulunup halkın teveccühünü kazanacak ya da yaptıklarından dolayı halkın nefretinin nesnesi haline gelecek. İki duruma da pejoratif anlam yükleyenler elbette olacaktır. Fakat dikkat edildiğinde, bu ikisinden biri mutlak olarak iyi veya kötü değildir. İyi yönetim yeni bir imkân olarak karşımıza çıkacakken, kötü bir yönetim ise düşüşü hızlandırıp yeni bir imkânın çiçek açmasına sebep olacaktır. Öte yandan, bu düşüncenin, okuyucuyu göreceliliğe veya bir çeşit bilinemezciliğe hapsetmemesi gerekir çünkü bu metindeki mesele, tarihsel olayların kişiden kişiye değişen anlamları olduğunu veya sonuçlarının asla bilinemeyeceğini iddia etmek değil, bu olayların çok yönlülüğünü vurgulamaktır.
Tarihin tekerrür ettiğini düşünmek, dolayısıyla yazıda bahsedilen analojiyi kurmak, dairesel bir tarih tasavvurunu gösterir ki bu, iyi ve kötü kavramlarını yeniden düşünmemizi, “iyi” diye tanımlanan olaylardaki kötülükleri, “kötü” denilen olaylardaki iyilikleri görmemizi gerektirir. Mezkûr yazıdaki en büyük eksiklik budur.