“Tarihe baktığımızda büyük adaletsizlikler, o adaletsizliklerin yaşandığı anda görülmüyor” diyordu Taraf’tan Nabi Yağcı geçenlerde.
Gerçekten de öyle.
Otuzlu yılların Almanya’sında, günlük gazetelerdeki Yahudilere yönelik aşağılayıcı yayınların, örneğin “Filistin’e bedava bilet: ama sadece gidiş” başlıklı ilanların ne kadar ahlaksızca ve utanç verici olduğunu o gün görmek kolay değildi.
Yirminci yüzyılın ikinci yarısında bile Amerika’da siyahlara yönelik resmi ayrımcılık, toplumun çoğunluğunun vicdanında kesin bir biçimde mahkum edilemiyordu. Hatta siyah öğrencilerin üniversiteye sokulmamasını “onların iyiliği için” savunanlar bile vardı.
Güney Afrikalı beyaz azınlığın önemli bir kısmı ise 1990’lı yıllarda bile, “bu plaj münhasıran beyaz şahıslar için ayrılmıştır” şeklindeki tabelaların iğrençliğini göremiyordu.
Bir “şey”, bir “zihniyet”, bir “perde”, bir “ruh hali” devreye giriyor ve onlara yaptıklarını meşru gösteriyordu.
Nabi Yağcı’nın başka bir bağlamda yaptığı bu son derece isabetli tespit, ülkemizdeki utanç verici başörtüsü yasağı için de tastamam geçerli.
Çünkü bir insanın başının zorla açılmasındaki -ve tabii ki zorla örtülmesindeki- haksızlığı görmemek, buradaki adaletsizliği anlamamak ve açıkça karşı çıkmamak için özel bir meşrulaştırma mekanizması gerek. Öyle bir mekanizma ki, bu apaçık adaletsizliği örtsün veya ona karşı çıkmayı güçleştirsin.
Bizde özellikle okumuş yazmışlar ve kendini “aydın” görenler arasında yaygın bir rahatsızlık bu. Nedeni “dinci” veya dindar algılanma korkusu mudur, dini geri olanla özdeşleştiren resmi eğitim mi, yoksa başka bir şey mi, tartışılır. Ama var böyle bir durum. Ve ihlalci otoritenin bu kadar rahat olması, hatta başörtülü kadınlara yasak getirmek için çoğu kez hukuki kılıf dahi aramak zorunda kalmaması da bundan.
***
İzmir’de Belediye, başörtülü öğrencilere paso için başı açık fotoğraf zorunluluğu getirerek, yasağın ve onun ürünü olan mağduriyetin alanını biraz daha genişleten adaletsiz bir uygulamaya imza attı. Başörtülü öğrencileri, başı açık fotoğraf vermek veya arkadaşlarının ödediği rakamın iki katına yakın bir parayla otobüse binmeyi göze almak arasında cendereye soktu.
Belediye Başkanı bu keyfi “başı açık fotoğraf” talebini savunurken, “üniversite ve lise öğrencileri zaten fotoğraflarını açık çektiriyor, kimliklerini alıyor. Sadece Açık Lise’de okuyan üç-dört öğrenci… Lisede başlığını çıkarıp fotoğraf çektiren kadın, dışarıdan lise bitirmede de bunu uygularsa bir problem kalmayacaktır” diyor. Açıkçası öğrencilerin haklarından feragat etmelerini ima ediyor.
Bir öğrenci için yol parasının önemi ve onun bütçesindeki yeri göz önüne alındığında, eziyetin boyutları daha iyi anlaşılabilir.
Ama eziyet burada da bitmiyor.
İzmirli değerli insan hakları savunucusu Sıdıka Çetin’in de belirttiği gibi “b • alandaki ihlallerin cezalandırılmayışı ayrımcı önyargıyı harekete geçiriyor ve başörtülü kadınlara karşı nefret suçu işlemek isteyen herkes için elverişli bir ortam oluşturuyor”. Bu kez de “başörtülü öğrenciler sık sık şoförlerin kimlik sorgulamasına ve hatta zaman zaman ‘bu fotoğraf sana benzemiyor’, ‘başını aç’ türünden muamelelerine maruz kalıyorlar”.
Sıdıka Çetin, sorunu konuşmak için velilerin randevu talebine belediyenin cevap vermediğini, kendisinin de insan haklarını savunan bir derneğe başvurarak destek talep ettiğini, ancak onlardan “bu konuda suskun kalmayı tercih ediyoruz” karşılığını aldığını anlatıyor.
Oysa o insan hakları savunucularının bile el sürmeye çekindikleri bu sorun, dokunmaktan kaçındıkları bu yara, aslında aynı anda bir dizi hakkın ihlali anlamına geliyor. Çünkü:
“Bu uygulamayla belediye, özel hayata müdahale ediyor, din, vicdan, düşünce ve ifade özgürlüğünü ihlal ediyor, kadınları cinsiyet ve inanç temelli ayrımcılığa uğratıyor, seyahat özgürlüğünü engelliyor. Bu uygulama ayrımcılık yasağını, ihlal ediyor ve ayrımcılığa maruz kalan öğrencilerin ruh sağlığını da bozuyor”.
***
Bugün bazı insan hakları savunucuları dahil pek çok kişi, ileride kendilerine hatırlatıldığında utanacağı bir ayrımcılığı bugün ya yapıyor, ya meşru görüyor ya da ona karşı çıkma cesareti gösteremiyor. Öte yandan bağımsız ama taraflı Türk yargısı onları korumuyor ve yasağın kurbanları da bunu bildikleri için artık o kapıyı çalmıyor.
Böyle bir ortam, içindeki öfkeyi dışa vurmak için fırsat arayan ayrımcı kişiler için olağanüstü zengin bir “av sahası” anlamına geliyor. “Ben tanıyamadım, ne malum bu resimdekinin sen olduğu, başını aç” gibi “sen”li benli, cinsiyetçi ve aşağılayıcı tutum ve sözler de bu bataklıktan besleniyor.
***
İşimiz zor, çünkü bazen bir hakkı savunmanın entelektüel meşruluğu zayıf oluyor; bir diğerini savunmanın toplumsal meşruluğu (Horkheimer’in dediği gibi “bazen bütün bir toplum da şeytanın egemenliği altına girebiliyor”).
Bizde de başörtüsü söz konusu olduğunda toplumun değilse bile okumuşların çoğu dökülüyor; “ama”lar, yüz kızartıcı mantığa büründürmeler ortalığa saçılıyor; onu savunmak için başka haklar söz konusu olduğunda istenmeyen -ve istenmemesi de gereken- ek koşullar ileri sürülüyor. Örneğin, “onlar” diye bir kolektif kimlik veya bütün vehmediliyor, sonra da o kolektif bütün kişileştirilerek onunla hak konusunda pazarlık yapılıyor (“Onlar şunu savunuyor mu ki ben de onların hakkını savunayım?” gibi.
O zaman anlıyorsunuz ki, “ben insan hakları savunucusuyum” diyenler bile ayrımcılık virüsünden bağışık değiller.
İşte insan haklarını herkes için savunmak da bu yüzden hayati önem taşıyor. Bazen devlete, bazen ayrıcalıklı zümreye, bazen de bütün topluma karşı. Görünmeyen kurbanları da kapsayacak biçimde, bütün bireyler ve bütün kesimler için.
Bir an için en sevmediğiniz kimseleri veya kesimleri düşünün.
Onlar için “bile”!..
Star, 06.04.2010