Bizim “takiyeye gelme” korkumuz hiç bitmeyecek galiba.Yıllar yılı Erdoğan ve arkadaşlarının takiye yaptıkları korkusu içinde yaşadık, kimilerimiz hâlâ yaşıyor.
Evet, AK Parti iktidarının yedi yılı geride kalmış ama kimilerimiz hâlâ takiye korkusu içinde, iktidarın yaptıklarına bakmak yerine, “niyet okuyuculuğunu sürdürüyor.
Hâlâ, günün birinde bu kadronun yüzündeki değişim maskesini sıyırıp şeriat devletini getirivereceği kâbusunu görüyor. Bu kâbus yüzünden din ve vicdan özgürlüğü ile ilgili her talep karşısında hop oturup hop kalkıyor; bunu da verirsek yarın daha fazlasını isterler; bu işin sonu din devletine varır deyip duruyor.
Neyse, bu takıntıya alıştık artık; bu takıntıyla “birlikte yaşamaya” çalışıyoruz.
Ama bakıyorum, bir tanesi yetmezmiş gibi şimdilerde ikinci bir takiye korkusu daha çıktı karşımıza: PKK’nın, DTP’nin hatta Kürtler’in takiye yaptığı korkusu…
Malum, son dönemde, özellikle de PKK dış desteğini kaybedip uluslararası kamuoyundan tecrit olduktan ve silahlı mücadele ile bir yere varamayacağı anlaşıldıktan sonra, gerek PKK gerekse DTP liderleri üstüne basa basa ayrı bir devlet kurma gibi bir gündemlerinin olmadığını söylüyorlar.
Ama nafile… Bizim niyet okuyucular asla inanamıyor bu sözlere ve biz gafilleri ayırmak için çırpınıp duruyor: “Bakmayın siz söylediklerine, onlar aslında ayrılmak ve ayrı devletlerini kurmak istiyor.”
Hele bir de arada bir Kürtler’den biri çıkıp “Ayrılmayı düşünebiliriz” yollu konuştu mu; değmeyin keyiflerine: İşte biz dememiş miydik!
Böylece, bir kez daha “takiye” iddialarıyla boğuşmak zorunda kalıyoruz. Cumhuriyet tarihi boyunca peşimizi bırakmayan iki büyük fobimiz de takiye iddiaları sayesinde diri kalabiliyor.
X x x
Aslında, bütün mesele, büyük siyasal oluşumların temel yönelimlerini belirleyen temel şeyin ne olduğunu anlayamamaktan kaynaklanıyor. Sürekli niyet okumaya çalışan ve takiye korkusu içinde yaşayanlar, birkaç kilit insanın “gerçek niyetini” öğrenebilirlerse, Kürt hareketinin gelecekte ne yöne doğru gideceğini de keşfedeceklerini sanıyorlar.
Temel yanılgı da bu zaten. Çünkü Kürt meselesinin ne yöne doğru gelişeceğini liderlerin kafalarındaki özlemler ya da niyetler değil, dünyanın, toplumun, siyasetin gerçekleri belirliyor. O gerçekler de hepimizin gözlerinin önünde yaşandığı için, kimsenin beyninin labirentlerinde niyet avcılığına çıkmak gerekmiyor. Gelişmeleri doğru okumak yeterli…
Diyelim ki, PKK’nın ya da DTP’nin lider kadrosundan bazılarının kafasında ayrı devlet kurma projesi var. Şu anda bundan bahsetmiyorlarsa şartlar uygun olmadığı için bahsetmiyorlar.
Peki, hangi şartlardır bunlar?
PKK’nın terör yoluyla TSK’yı yenip askeri bir zafer kazanmasının mümkün olmadığının görülmesi mi?
PKK’nın uluslararası planda tecrit olması mı?
ABD’nin Ortadoğu’daki ihtiyaçları gereği güçlü ve istikrarlı bir Türkiye için PKK’nın tasfiyesini istemesi mi?
Ayrı bir ulus devlet kurma projesinin tarihi olarak anakronik olması mı?
Türkiye’deki Kürt nüfusun coğrafi olarak bütün Türkiye’ye yayılmış olması ve bu nüfusu Güneydoğu’da kurulacak bir Kürt devleti çatısı altına geri çağırmanın mümkün olmaması mı?
Batı’da yaşayan Kürt burjuvazisinin böyle bir ayrılığa kesinlikle ve kanının son damlasına kadar direneceğinin bilinmesi mi?
Türkiye’nin bütün eksikliklerine rağmen, Türkiye’de yaşayan Kürtler’in durumlarının Kuzey Irak’ta yaşayan Kürtler’den daha iyi olduğunu görmeleri ve daha önemlisi, Türkiye’nin geleceğine Irak’ın geleceğinden daha çok güvenmeleri, kaderlerini Ortadoğu’nun Kürtleri’yle değil de Türkiye’yle birleştirmek istemeleri mi?
Kürt ve Türk toplumlarının evlilikler yoluyla birbirlerinden ayrılamayacak kadar kaynaşmış olmaları mı?
Yoksa bunların hepsi mi?
Sorarım size, bugün PKK’yı barış aramaya iten bu şartların hangisi görünür gelecekte değişecek gibi görünüyor?
Ve eğer bu şartlar görünür gelecekte değişecek gibi görünmüyorsa, bazı PKK’lıların, DTP’lilerin ya da Kürt halkının küçük bir azınlığının hayalinde ayrı bir devlet kurma projesinin yaşamaya devam etmesinin ne önemi var?
Öyleyse bu takiye korkularının ne âlemi var?
Ayrıca, bugünden görülemeyen gelecekle ilgili en büyük güvencemiz de bugün yaptıklarımız, bugün seçtiğimiz yoldur. Geleceği bugün yaptıklarımızla biz kurarız.
Hepimiz hayatımız boyunca, her gün, her dakika önemli önemsiz sayısız seçim yapa yapa ilerler ve her seçimimizle kendimizi bir kez daha oluştururuz. Bu öyle bir süreçtir ki, bir noktasında geriye dönüp bakmak ve “Şu okula değil de bu okula gitseydim”, “Şu mesleği değil de bunu seçseydim” ya da “Bu adamla değil de şununla evlenseydim, acaba nasıl biri olurdum” sorularını cevaplamak imkânsızdır. Çünkü ünlü bir düşünürün de dediği gibi, artık yaptığımız “bizim” olmuştur.
Bu durum, kişiler için olduğu kadar toplumlar, kurumlar, partiler için de doğrudur. Üstelik de toplumla yoğun etkileşim içinde bir organizasyon olarak bir siyasi hareketin yaşadıkları yalnızca kendi dar kadrosunun yaşadıklarıyla sınırlı olmayıp dayandığı kitlenin yaşadıklarını da içerir.
Örnek verecek olursak, bir komünist parti, yıllar boyu “burjuva” parlamentosunda sandalye savaşı verdikten sonra hâlâ ihtilalci bir parti olarak kalamaz. Bir anarşist 10 yıl devlet memurluğu yapıp da “devletsiz toplum” savunucusu bir anarşist olarak kalamaz.
Tıpkı bunun gibi, bugün “şartlar gereği” ayrı devlet kurma projesini erteleyen ve demokratik muhalefete geçmeye hazırlanan bir siyasi hareket de bu kararıyla kendi kendini dönüştürmekte ve kendi geleceğini belirlemektedir.
Bundan on yıl sonra -eğer bu on yılda demokratik bir ortamda kendi taleplerini ortaya koyması mümkün olabilmiş ve özgür siyaset yapabilmişse- bugün kafasının bir kenarında ayrı devlet kurma özlemi olanların çoğu da büyük ihtimalle geri dönülmez bir biçimde değişmiş olacaktır.
Evet, bazıları bir hayat boyu ayrı bir devlet hayalini koruyarak yaşamayı tercih edebilir. Tıpkı bugün Türkiye’de küçük bir grubun bir İslam devleti kurulması hayaliyle yaşamaya devam etmeleri gibi…
Ama bunun kime ne zararı olur ki?
Bugün, 09.09.2009