Yerlilik, Muhafazakârlık ve Antroposen’de Liberal Norm Septisizmi – Hüsrev Tabak

Küresel liberal düzen üzerine güç merkezli yaklaşımlar liberal değerlerin kaderini onların kategorik olarak taşıyıcısı varsayılan devletlerin konjonktürel pozisyonlarına bağlama eğiliminde. Haliyle dünya üzerindeki yaygın siyasal muhafazakârlaşma ve popülizm eğilimleri ile küresel pandeminin küreselleşmenin bizzat kendisine verdiği varsayılan zararlar* küresel liberal değerler açısından da gerilemelere işaret sayılıyor. Bunun yerli (yerel) normların ağırlık kazanmasına dalalet sayıldığını not edelim, buna aşağıda değineceğiz. Bu devlet-merkezli yaklaşım devletlerden liberal değerler namına çok şey bekliyor. Eğer günümüz liberal düzeninin liberalizmin bizzat kendisini de dönüştürecek derinlikli bir eleştirisini arıyorsak, postkolonyal eleştirinin de hakkını vererek beni üzerine en çok düşündüreni insan-sonrası (posthuman) yaklaşımın liberalizmin insan-merkezliliğini eleştirmesi oluyor. Tarihsel olarak liberal değerlerle meşrulaştırılmış insan-merkezli tüketimciliğin dünya üzerindeki canlı/cansız yaşama verdiği zararları düşünüldüğünde, bu eleştiriyi haksız bulmak zor. Bu zarar bir tarafa (yani onun kaçınılmaz olup olmaması hususu bir tarafa), liberalizmin ahlâkî sürdürülebilirliğinin kaynağı onun dünyaya yaptıklarımız üzerine self-refleksif çıkarımlar yapmayı, dahası değişim için sorumluluk üstlenmeyi yani dönüştürücü aktivizmi ve dâhil edici (çok taraflı) katılımcılığı küresel politik yöntemin baş sıralarına koyması. Günümüz risk toplumu bu sebepledir ki küresel norm yapım süreçlerine gerek küresel güney ve doğu gerekse sivil (hükümetdışı) yapıların katılımını elzem görüyor. Bu yolla ortak geleceğimiz için ortak çözümler üretmeye çalışıyor. Bunu yaparken de Antroposen’de dâhi insanı geliştirmeyi, insan yaşamını iyileştirmeyi, insana saygınlığını teslim etmeyi bir öncelik biliyor. Dahası bunu çevre ile kurmamız gereken yeni ilişkinin de merkezine koyuyor. Özetle, son on yılda, bize 21. yüzyılın ortaçağını yaşatan pek çok gelişme devletlerin liberal değerleri takibine olan güveni sarsmakla birlikte sivil katılımlı küresel liberal yönetişim gündemini ortadan kaldırmış değil. Dahası küresele alternatif olarak anılan yerel/yerli, sivil küresel süreçlerin parçası olmaya devam ediyor. Ancak burada yerel’in ve yerli’nin biricikliğine referansla küreselleşmeye yapılan eleştiriler üzerinde özellikle durmak gerek.

Küreselleşme derslerinde sık sık yerel ile küresel arasındaki ilişkinin birbirini dışlayıcılıktan birbirini dönüştürücülüğe doğru evrildiğini anlatıyoruz. Bu ampirik bir gerçeklik olarak karşımızda duruyor. Her ne kadar postkolonyal yaklaşımlar buna şerh koysa da, küreselin yereldeki hegemonik dönüştürücülüğü yerli olanın küreseli dönüştürmeye başladığı yeni bir döneme evriliyor. Küresel dâhil edicilik ve çok taraflı katılımcılık, yerel aktörlerin seslerinin küresel norm yapımı süreçlerinde daha çok duyulduğu veya küresel normların yerel karşılıklara (response) göre yeniden dönüştüğü bir süreç doğurdu. Ancak şunu ifade etmekte fayda var: Küresel norm yapım süreçlerinde yerel/yerli normlar eşitsizliklerin ve sömürünün en temel sebeplerinden sayılıyor ve küresel normlar bu eşitsizlikleri ortadan kaldırmanın bir yolu olarak ortaya çıkıyorlar. Bu kör bir küresel norm güzellemesi olarak görülebilir, yer yer doğrudur da. Lakin, örneğin, geleneksel zararlı uygulamaların (harmful traditional practices) yaygınlığı düşünüldüğünde ya da otoriter yönetimlerin günümüz ortaçağının fırsat alanlarından faydalanarak insanları temel hak ve hürriyetlerinden bu kadar kolay mahrum bırakabildikleri görüldüğünde, küresel eşitsizliklerin yegâne müsebbibi olarak küresel normları gören yaklaşımların yanlışlığı açıkça görülecektir. Haliyle yukarıda ifade ettiğim şekliyle insanın dünya üzerindeki varlığını en azından ‘saygınlıkta eşit’ biçimde devam ettirebilmesi için küresel normların taşıdığı faydayı görmezden gelemeyiz, gelmemeliyiz.

Peki, bu anlatıya göre yerli normların eşitsizliklerin ve sömürünün kaynağı olmasının sebebi ne? Burada yerli normların kategorik olarak kötü olduğu gibi bir ima yok. Normlara atfedilen iyilik ya da kötülük sıklıkla normdan hareketle gerçekleşen eylemin sonuçlarına atfettiğimiz anlamı tanımlayan bir husus. Bunu ülkemizin bir tecrübesiyle örneklendirelim. Bana her zaman çok çarpıcı gelmiş olan ve temelde toplumsal uyumu ve buna bağlı huzur ve güven ortamını geliştirmek için uygulandığı düşünülen ve bu minvalde meşrulaştırılan dinî kimliğe dayalı zorunlu mübadele uygulamasında eleştirilen husus bu pratiği güdüleyen ‘toplumsal uyum’ beklentisinden çok ‘uyum’a bu yolla ulaşmaya çalışmak oluyor. Haliyle, karşılıklı olarak yerlerinden edilen insanlar, kendilerine de vaat edilen ve esasında toplumsal çoğunluğun menfaatine bir uyum ve huzur arayışının eşitsiz parçaları oluyorlar. Üretilen bu eşitsizliğin farkına varılması sebebiyle olacak bu tür uygulamaları günümüzde göremiyoruz – Kosova’da örneğin kuzeye sıkışmış Sırplar ile Güney Sırbistan’daki Arnavutların mübadelesi, hem de her iki topluluk da dinî dahası etnik azınlıkken, Kosova devletini kuran uluslararası toplumun gündemine gelmiyor. Haliyle, şu eleştirinin haklılığını teslim etmek gerekiyor: küresel norm eleştirileri (postkolonyal eleştirilerin de sınavı bununla) yerli normların eşitsizliklerin oluşumundaki ve sürdürülmesindeki rollerini sıkça görmezden geliyorlar. Küresel normların kurduğu hegemonik ilişkiden dem vururken yerli normların insan yaşamı üzerindeki baskıcı, dayatmacı, zorla dönüştürücü etkilerini yok sayıyorlar. Toplum mühendisliğini modern devlete atfetmek kolay ve kestirme bir yol, ancak yerli normların işlevinin bizzat bu olduğunu, insanlık kültür tarihi bunu kayıt altına almışken, görmüyoruz.

Eleştirenlerce görünense şu: Küresel liberal normlar küresel eşitsizliği teyit ediyor, dahası belirli normlar bunu daha da tahkim ediyor. Bu gözlemlerinde tamamen haksız değiller ancak liberalizmden iktidar ve sömürü ilişkilerini ve hegemonyayı tamamen çözücü bir sonuç beklemek ne kadar yerinde? Nihayetinde bir dönüştürücü kurgu olarak liberal fikirler, tıpkı diğer dönüştürücü fikirler gibi, iktidar ilişkisi zemininde diğer fikirlerle diyalektik bir eşbulunuşluk ve rekabet içerisinde hayata geçerler. Dahası insan eliyle hayata geçtiklerinden aktörler arası iktidar mücadelelerinin de kaçınılmaz parçası olurlar, çünkü kurucu oldukları kadar düzenleyici ve tanzim edici ilkelerdir. Ancak bunu ortak iyiye ulaşmak için yaparlar, hegemonyayı küçük bir grubun (yani yerelin) elinden alıp küresel topluma yayarak bundan fayda sağlayacakların tabanını genişletmeye çalışırlar. Burada ‘ortak iyi’ hegemonik bir dayatma, fakat liberal küresel normların ve katılımcı norm süreçlerinin yapmaya çalıştığı şey bu hegemonyanın sahipliğini genişletmeye çalışmak – yani hegemonyanın sahipliğini küresel norm süreçlerine katılan amillerin tümüne yaymak, sanılanın aksine soyut bir Batı betimlemesinde küçük bir çıkar/sömürü grubunun elinde toplamak değil.

Peki, çokça övülen, varlığı tehdit altında görülen ve özünü yitiren bir olgu (artefact) olarak kutsanan yerlilik gerçekten özgürleştirici olabilir mi? Yukarıda küresel gerçeklikler olarak yer verdiğimiz ve birey ile çevre arasındaki ilişkinin dönüşüme uğradığı bu çağda yerlilik ile insan saygınlığının tesisi ne kadar mümkün? Yerli olanın üstünlüğünün, sıklıkla küresele atıfla eleştirilen, güç/iktidar ilişkilerinde sağladığı fayda kime? Popülizm çağında bana bu soruların cevapları hiç de birey faydasınaymış gibi gelmiyor, dahası sanki genel görünümde yerlilik, kültürel normların baskıcı biçimde dayatılması olarak muhafazakâr küresel norm eleştirisine eklemlenmiş gibi duruyor. Bu da insanların değerlerini yanlış yerde, sadece kendi bahçelerinde aradıkları izlenimini veriyor. Liberal değerler rakip bir yerel’in değerleri değiller. Onlar bir ‘medeniyet’ bunu dayattığı için değil, insana saygıyı merkezine almış tüm tarihsel medeniyetsel anlatılarla aynı dili konuştukları için evrensele yakın mefhumlar. Biz tam da bu sebeple Batı-dışı toplumlarda da liberal normların geliştirildiğine ve bunların küreselleştiğine ya da Batılı devletlerce de benimsendiğine şahit oluyoruz: cinsiyet kotaları (Latin Amerika), medeniyetler arası diyalog (İslam İşbirliği Teşkilatı) ya da Yerli Halkların Hakları (küresel Güney) bunlardan bir kaçı. Burada yapılanın ne olduğunu iyi görmek gerekli. Liberal norm yapımı Batı’ya ait veya ona has bir durum değil.

İnsan olmaya ve insanca yaşamaya ilişkin çerçeve fikirler olarak liberal anlatılar insanı önceleyen tarihsel kaygıların şekillendirdiği ve günümüzde insanlığın tümüne ait olan değerler. Bu haliyle hem yerliler hem de küreseller. Bugün küresel karşıtı muhafazakâr akımlarca görünmez kılınan şey tam olarak bu. Baskıcı kültürel normlar, temelde bir iktidar bloğunun güç mücadelesinin dayatmacılığı iken, yerli olan ve ilgili yerelin insanına ait olan değerler olarak savunuluyorlar. Ancak, küresel norm yapım süreçleri bu akılla mücadeleyi öğrendi. Küresele yerelden katılımın bu kadar önceleniyor olması, küresel yönetişim süreçlerini demokratikleştirme kaygıları, küresel kültürel temsilde adaletin sağlanması uğraşları bu muhafazakâr dışlayıcılıkla mücadelenin parçaları. Yereli önemseyen, yerli değerlerin insanlığa katkı sunacağı düşüncesinde olan kişilerin yapacağı, yerli değerleri küresele karşıt ve küreselle sıfır toplamlı bir ilişkide düşünmek yerine onları küresele eklemlemenin ve küresel norm süreçlerine katılımın peşine düşmeleri. Dünya üzerinde Birleşmiş Milletler Ekonomik ve Sosyal Konsey’den bu çerçevede danışmanlık statüsü almış beş bin beş yüzün üzerinde sivil toplum kuruluşu var, bunlar arasında Türkiye menşelilerin oranı çok düşük (tam sayıyı bilmemekle birlikte 30 civarında olduğunu hatırlıyorum). Bunun sebebi ne? Türkiye’nin Birleşmiş Milletler düzeninin adil biçimde dönüştürülmesi çağrısı yaptığı ve bunu yaygın biçimde dillendirdiği şu günlerde, murat edilen yalnızca Güvenlik Konseyi’nde bir dönüşümden mi ibaret? Yani güç ve devlet merkezli bir dönüşüm mü umuyoruz? Öyle değilse, ülkemizden küresel süreçlere sivil toplum katılımı bu kadar sınırlıyken küresel norm düzenine nasıl katkı sunacağız ya da ‘meydan okuyacağız’? Bu bizi bir kısır döngüye götürüyor: küresele katılamadığımız müddetçe yerlinin küresele üstünlüğünü kanıtlamaya çalışacak, bir korkulukla dövüşüp duracağız.

Hüsrev Tabak, Uluslararası İlişkiler doçenti.
———————-

* ki ben bu konuda aksini düşünüyorum. Bu konuda yazdığım bir değerlendirme yazısı için bakınız: Hüsrev Tabak.2020. ‘The cosmopolitan karma – coronavirus pandemic and the fate of globalisation,’ Political Reflection, 6/2, 35-37.

 

 

 

 

 

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et