Demokratikleşme Çabaları ve Kemalizm 1

Evvelce kendilerini liberal ya da demokrat olarak ilan eden ve fikirlerini bu iki düşünce etrafında olgunlaştıran bir kısım kimselerin birbiri ardına Kemalizm’in nimetlerinden, faydalarından ya da kemalizmin aslında ne kadar da iyi bir düşünce demeti, daha doğrusu ideoloji olduğundan bahseder olduklarına yakın zamanlarda şahitlik ettik. Ancak Kemalizm gerçekten liberallikle ya da demokratlıkla bağdaşır mı? Bir kimse aynı anda hem demokrat hem de kemalist olabilir mi? Bunun için kemalizmin mahiyetine bakmak, daha sonra da Türkiye’deki demokratikleşme sürecini irdeleyerek bu ideolojinin bu çabaların neresinde durduğunu etraflıca düşünmek gerekmektedir. Böylelikle eğer kemalizm demokrasi ve demokratikleşme çabaları arasında olumlu bir ilişki var ise mevzubahis kimseler tarafından herhangi bir sıkıntı yok. Çünkü tutarlıdırlar. Eğer tersi bir durum var ise o zaman bu açıklamaları nasıl değerlendirmek lazım. Yani bir şey aynı anda hem kendisi hem de aksi olabilir mi? Takdir edileceği üzere bu unsurları aynı yazı içerisine sığdırmak pek mümkün olamayacağından yazıyı iki kısım olarak yayınlamayı tasarladım. Kemalizmin mahiyeti ve üzerine eğileceğimiz demokrasi ve demokratikleşmeden kastımızı ele alacağımız ilk kısım; bu üçü arasında var olan ilişkinin detaylıca ele alınacağı ikinci kısım.

Kemalizm Nedir?

 

“Fransız milleti Kemalistlere karşı oldukça hüsnü niyete sahiptirler” cümlesinin içinde, 1920 yılında İngiliz Yüksek Komiseri tarafından Türkiye Raporunda ilk kez kullanılan “Kemalizm” kavramı şu açıdan önemlidir: Bu kavram Türkiye’deki gelişmeleri yakından takip eden yabancılar tarafından ve özelde de İngilizler tarafından kullanılmıştır (Süleyman İnan, “Atatürkçülük (Kemalizm) ve İdeoloji”). Her ne kadar günümüzde Kemalizm nitelendirmesinden ziyade “Atatürkçülük” kavramı kullanılsa da bunun Kemalizm’den ayırt edici özelliklerinin olmadığını görmek mümkündür. Şerif Mardin bu ayrımda “Atatürkçülük” kavramını kullanmayı tercih etmiştir. Modern Türkiye, Osmanlı’dan tevarüs eden kurumları kendine Batılılaşma ve modernleşmede rol model aldığı Avrupa örneğinde olduğu gibi bu kurumları dönüştürmeyi, çağdaşlaştırmayı hedeflemiş ve bu istikamette birbiri ardına devrimler gerçekleştirmiştir. Bu değişim ve dönüşümün Mustafa Kemal Atatürk’ün siyasi fikirleri ve uygulamaları kapsamında olmasından dolayı bu kavramı kullanmayı seçtiğini belirtmiştir, Mardin. Şerif Mardin’in “Atatürkçülük” kavramını tercih etmesine karşılık, Ahmet Taner Kışlalı da “Kemalizm” kavramını kullanmayı tercih etmiştir. Bu tercihin sebebi olarak iki neden ileri süren Kışlalı birinci olarak bu kavramın uluslararası literatüre girmiş olması ve ikinci olarak da donuk kalan Atatürkçülüğe karşı Kemalizm’in daha canlı ve ilerici bir ideoloji olduğunu iddia eder. Esasen bu ideolojinin dünyada otoriter liderlerin hükümferma olduğu 1930’lu yıllarda şekillenmeye başlandığı söylenebilir. Yeni cumhuriyetin, modernleşme, çağdaşlaşma ve batılılaşma yanlısı olan kurucu Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk’ün toplumun değişim ve dönüşümü için siyasi, sosyal ve kültürel alanlarındaki uygulama ya da normlarından ilham alan bu ideolojinin döneminin Nazi Almanya’sı, Komünist SSCB ve Faşist İtalya gibi “devlet ideolojisi” oluşturmak için vücuda getirilmiş olması pekâlâ mümkündür. Bazı kaynaklarda bahsedildiği şekilde ideoloji ve sert doktrinlere karşı pek sıcak bakmayan Mustafa Kemal vefat ettiğinde Kemalizm de önemli değişim ve dönüşüme uğramış, seçkinci, statükocu ve eleştirilebilir olmaktan uzak bir ideoloji olmuştur (Yakup Kadri Karaosmanoğlu, “Atatürk’ün İdeolojisi”; Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: Kemalizm). Bilhassa çok partili hayata geçme çabalarında, halkın CHP’ye karşı tavırları yavaş yavaş ortaya çıktığında, iktidarda herhangi bir kayba uğramamak adına CHP’nin “Kemalizm” vurgusu önemli ölçüde artmıştır. Bununla birlikte bu ideolojinin sistematik olarak katı bir ideoloji hüviyetinde kurgulanarak siyasal ve sosyal kutuplaşmalarda bir etken olarak ortaya çıkması 27 Mayıs 1960 darbesi ile beraber olmuştur. Kemalizm’in tarihsel kökenine bakmak meseleyi vuzuha kavuşturmak adına çok önem arz etmektedir. Osmanlı Devleti’nin yıkılmasını önleyebilmek adına pek çok düşünce ortaya atılmıştır. Hemen hemen toplumu oluşturan tüm kesimlerin “devletin kurtuluşu nasıl mümkün olur” sorusundan hareketle çareler ürettiği bir ortamda, Jön Türkler devletin kurtuluşunun reçetesini pozitivist felsefe anlayışında bulmuşlardır. “İlerleme”yi esas olan bu anlayışa göre Batıyı Batı yapan ve ilerlemesini sağlayan koşulların Osmanlı coğrafyasında da oluşturulması ile ilerleme sürekli bir terakkiyat içinde sağlanmış olacaktır. Böylelikle de Osmanlı coğrafyası batıdan farksız olacaktır. Jön Türklere göre bir toplumda eğer müspet manada ilerleme sağlanmak isteniyorsa bu ancak hakiki manada ‘iyi’nin ne olduğunu bilebilecek ilerleme taraftarı (seçkin) kişiler eliyle yapılmak zorundadır. Jön Türklerin düşüncesinde pozitivizmi esas alan bir akılcılık, siyasi yetkeyi sınırlandırabilecek bir anayasal düzen ve de halkçılık önemli bir yer tutmaktadır. Fakat burada dikkat edilmesi gereken bir nokta hem Jön Türklerin hem de onların siyasi ve düşünsel çizgisini önemli ölçüde sürdüren cumhuriyetin kurucu kişilerinin savunduğu halkçılık ilkesindeķi halkı, “yönlendirilmesi, bilinçlendirilmesi ve çağdaşlaştırılması” noktasında tahakküm edilebilecek bir obje olarak görmesidir. Osmanlı’daki Meşrutiyet deneyimlerinden de çıkarım yapabileceğimiz üzere parlamenter, anayasal bir sistemi savunan Jön Türkler ilk bakışta demokrasi ve özgürlük yanlısı bir grup olarak da görülebilir.

Fakat bu konuda da onların parlamenter sistemin ikamesi ile neyi amaçladıklarını iyi tespit etmemiz gerekmektedir. Zira bu fikir devletin daha da merkezileştirilerek yıkılmaktan kurtarılması için ortaya atılmıştı, daha fazla özgürlük için değil. Dahası değişik etnisiteye mensup olan halkın hak ve özgürlükleri konusunda bir özgürlük savunusu Jön Türlerin düşüncesinde bulunmamaktadır. Zaman içerisinde merkezileşmeyi, otoriterleşmeyi ve seçkinci elitin yönetimini savunan Fransız Ekolü ve daha az merkezileşen yönetim ile liberalizmi savunan Anglo-Sakson Ekolü olarak ikiye bölünen Jön Türkler Yeni Cumhuriyete Fransız Ekolünü miras olarak bırakmıştır. Bundan dolayı “Cumhuriyet Türkiyesi”nin kuruluşunda Comte’un pozitivist siyaset sisteminin izinde, merkeziyetçi, otoriter, bürokratik, seçkinci, laisist ve tepeden inmeci felsefesinin yattığı söylenebilir” (Doğan Özlem, Türkiye’de Pozitivizm ve Siyaset).

Peki Demokrasi nedir?
Demokrasinin faklı zaviyeler nazara verilerek yapılan pek çok tanımı vardır. Ancak bu tanımlara geçmeden evvel demokrasinin hemen hemen herkesçe kabul edilen bir takım ilke ya da özelliklerinden bahsetmek yerinde olacaktır. Bunlar; seçimlerin belli aralıklarla yapılması, genel ve eşit oy ilkesinin olması, seçme ve seçilme hakkının bulunuşu, siyasi hakların ve hürriyetlerin mevcudiyeti, siyasi partilerin ve ifade özgürlüğünün olması gibi hususlardır. Bunlar pek tabiî çoğaltılabilir ya da azaltılabilir. Demokrasi teorileri açısından yeri çok önemli olan Sartori demokrasinin tanımı için “halkın iktidarı” tanımlamasının onu sarih bir şekilde açıklamadığını, onun oldukça kapsamlı ve birçok yönü olan bir kavram olduğunu ifade etmektedir. Ama demokrasi için yapılan tanımlar içerisinde, kabul edilebilecek olanının ABD Başkanı Abraham Lincoln tarafından yapılan tanım olduğunu vurgulamaktadır. Lincoln’e göre demokrasi, “Halkın, halk eliyle, halk için yönetimi”dir. Antik Yunan’da da demokrasinin oldukça iptidai versiyonu ile karşılaşmak mümkündür. Ama o hiçbir zaman bugünkü anlamında bir demokrasinin hususiyetlerini taşımamaktadır. Sartori’ye göre Antik Yunan’daki demokrasinin önemli bir özelliği küçük bir nüfusa ait olmaları ve bugünkü manada devasa bir devlet aygıtının olmamasıydı. Sadece demokrasinin uygulandığı kentle sınırlı olan bu türden bir demokraside pek çok kusur bulunmaktaydı. Özgürlük sorunu, kadınlar, köleler, kentliler gibi toplumun önemli bir kısmını oluşturan kişilerin oy hakkının bulunmaması, uygulama sahasının çok dar olması, yapının işlevsiz olup sürdürülebilir olmaması, maliyetinin çok oluşu gibi kusurlar bunlardan başlıcalarıdır (Atilla Yayla, Siyaset Bilimi). Aslında burada akılda tutulması gereken bir nokta da günümüzün özgürlük ve insan hakları idrakinin geçmişle pek tabiî aynı olamayacağı gerçeğidir. Bu çerçevede geçmişin siyasal, bireysel ve hukuksal anlamda özgürlük telakkileri hiç şüphesiz farklılık arz etmektedir. Sartori’nin “Çünkü onların farkında bile olmadıkları değerleri bizler zaman içinde kazanarak antik çağdan ayrılmış olduk” ifadesi durumu çok yalın bir şekilde açıklamaktadır. Bu yüzden günümüz insanının yegâne varoluş gerekçesi, ya da günümüz insanını tanımlayabilecek tek toplumsal statü “vatandaş” oluşu değildir. Bugünün insanının özgürlük ve varlık telakkisi başkalaşmıştır. “Modern demokrasi bir kişi olarak bireyin özgürlüğünü koruma demektir.” Diğer bir ifadeyle “Constant’ın tanımladığı gibi ‘bütünün iktidarına bireyin bağımlı olmasına bırakılamaz özgürlük.” Özellikle liberalizmin düşünsel altyapısında çok önemli bir yer tutan özgürlük ve özgürlük tartışmaları çağımız insanının en önemli taleplerinden biri haline gelmiştir. Demokrasinin tanımları noktasında Karl Popper da farklı bir açıdan yaklaşarak kanaatimizce çok önemli bir betimleme yapmaktadır. Popper’a göre demokrasinin başat özelliği “kimlerin iktidarda olup yönettiği değildir. Asıl önemli olanın yönetenlerin yönetilenler tarafından herhangi bir olumsuz durumla karşılaşmadan yönetimden uzaklaştırılıp uzaklaştırılamayacaklarıdır”. Bu böyle olduğu sürece kimin hükümet ettiğinin pek de önemi yoktur. Hayek de Popper’ın bu nazariyesine destek vermektedir. Ona göre “demokrasi insanlığın icat edebildiği en önemli barışçıl değişim yönetimidir.” Yine ona göre demokrasi bir amaç değildir. O araçtır. Ve neye hizmet için kullanılıyorsa o çerçevede sınırlarının tespit edilip belirlenmesine ihtiyaç vardır. İnsanlar demokratik bir sistemi birkaç nedenle kabul ederler. Öncelikle yönetimin kansız bir şekilde değiştirilmesine müsaade etmesi hususudur. Bunu yukarıda açıklamaya çalışmıştık. Diğeri liberalizmin çıkış kaynağı olan “bireyciliğin” yani tabiri diğerle özgürlüğün yolunu açması, nihayet ise bu sistemin halkın eğitilmesi noktasında sunduğu faydalardır. Ama Atilla Yayla’nın tespitiyle daha sonraki yaşamında demokrasinin halkın siyasi konularda eğitilmesi konusundaki faydalarından vazgeçmiş, ilk özellik olan yönetimin “barışçıl”, “sorunsuz” bir şekilde değişimini mümkün kılabilmesini öne çıkarmıştır. Tüm bunların sonucunda demokrasinin en genel tanımı olarak Sn.Yayla’nın tanımını esas almamız çok daha makul görünmektedir. Yayla’ya göre demokrasi, “kamusal kararların alınması ve siyasi yöneticilerin belirlenmesi sürecinde vatandaşların etkili ve sonuç veren mekanizmalar yoluyla söz söyleme, tercih belirtme hakkına sahip olduğu siyasi rejimdir.”

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et