Biraz açacak olursam:
AK Parti nasıl içeride eski Türkiye’yi tasfiye ederken eski imtiyazlı sınıfların korkusunu ve öfkesini üzerine çektiyse, eski dünya düzenini sorgulayan, değişim taleplerini yüksek sesle ifade eden ve bölgesinde etkili bir aktör olarak siyaset sahnesine çıktığını deklare eden yeni dış politikasıyla da dünyanın imtiyazlıları için tehdit olarak algılanmaya başladı. Sonuç, içerideki ve dışarıdaki “imtiyazlıların” iktidarı devirmek üzere ittifak yapması oldu. Biz bu ittifakın yıkıcı sonuçlarını Gezi’den bu yana bütün önemli politik kavşaklarda, en önemlisi Çözüm Süreci’nde gördük. Yerli bir proje olarak başlayan çözüm süreci, iç ve dış hoşnutsuzlar ittifakının yoğun çabasıyla elimizden kaydı gitti ve “kökü dışarıda” bir süreç haline geldi.
Bu tablo bize, bugün Türkiye’nin hiçbir meselesinin sadece iç mesele olmadığını, bütün meselelerin aynı zamanda bir dış mesele haline geldiğini gösteriyordu. Bu şartlar altında olan bir ülkede Cumhurbaşkanı’nın mevcut saflaşmanın temel karakteristiğini deşifre etmek üzere “yerli ve milli” vurgusu yapması elbette gerekliydi ve yerindeydi.
Ne var ki bu konuşmayı izleyen günlerde “yerli ve milli duruş” nitelemesi olur olmadık yerde, daha doğrusu her yerde ve her fırsatta kullanılır oldu. Beğenilmeyen her demece, muhalif her davranışa, AK Parti’nin politikalarına yönelik her türlü karşı çıkışa “gayrimilli duruş” yaftası asılır oldu.
Nasıl, “Yeni Türkiye” hedefi toplumun farklı kesimlerinin birikimlerini, deneyimlerini birbirine katıp oluşturacakları bir sentez olmaktan çıkarılıp “kadim bir davanın başarısı” ya da “farklı bir medeniyetin inşası” olarak yorumlandıysa, yerli ve milli olma sloganı da bu medeniyet projesinin belkemiği olarak sunulmaya başlandı.
Geçenlerde bir televizyon programında bunun tehlikeli sularda yüzmek olduğunu anlatmaya çalıştım ve şu örneği verdim:
Hatırlarsınız, AK Parti’nin ilk iktidar yıllarında Annan Planı’nın kabulü ya da reddi temelinde bir saflaşma yaşanmıştı. Bu saflaşmanın bir tarafında Denktaş, TSK, MHP, İşçi Partisi, Kıbrıs Rum tarafı ve Yunanistan hükümeti yer alıyordu; diğer tarafında ise AK Parti, ABD, Avrupa Birliği, Soros Vakfı, Açık Toplum Enstitüsü ve Türkiyeli liberal demokratlar…
Yani saflaşma hiç de milli-gayrimilli saflaşması değil; milli sınırları aşan uluslararası bir saflaşmaydı. Ve yine hatırlarsanız, o zamanlar Ret Cephesi Annan Planı’nı savunanlara “Soros’un p…leri” diye saldırır, “milli bir duruş” sergilememekle suçlardı.
Yine, 90’lı yıllarda terörle mücadele adına bölge halkına karşı yapılan ağır zulümler, vahşi katliamlar Türkiyeli demokratlar tarafından uluslararası kamuoyuna taşındığında da çok karşılaşmıştık “milli duruş” uyarılarıyla.
Daha birçok örnek verilebilir. Ama bu kadarı bile gösteriyor ki, olaylar karşısında alınacak tavırda aslolan milli değil, haklı ve adaletli duruştur. Bu duruşun ne olduğuna da her somut durumda tek tek bireyler kendi akıllarına, kendi ilke ve değer sistemlerine göre karar verirler.
“Milli duruş”un neredeyse her zaman iktidarlar tarafından belirlendiğini ve “resmi duruş”un diğer adı olduğunu da göz önüne alırsak, bu sözcüğü ne kadar dikkatli kullanmamız gereği de çıkar ortaya.
Başa dönecek olursak, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bugünkü siyasi şartlarda “Yerli ve mili duruş” vurgusu yapması doğrudur ama yerli ve milli duruş savunusu, kullanıldığı güncel politik içerikten koparılıp bir dünya görüşü, bir zihniyet kodu haline getirilirse, dönüp geleceğimiz yer kaçınılmaz olarak “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” noktasıdır. Bunu “Müslüman’ın Müslüman’dan başka dostu yoktur” şeklinde de ifade edebilirsiniz, bir şey değişmez…
Aydın Doğan’a yükleneyim derken, Doğan’ın Demirel’i şahit göstermesinden hareketle “zaten ikisi de masondu, bu bir mason dayanışmasıdır” diye haber yapmak tesadüf olabilir mi sizce?
Akşam, 02.10.2015