1982 Anayasası, yürürlüğe girdiği tarihten bu yana pek çok kez değişiklik geçirmiş; buna rağmen, mevcut anayasanın yerine yeni bir anayasa hazırlanması talebi Türk siyasi hayatının neredeyse her dönem gündeminde olmuştur. Askeri darbe ürünü olan 1982 Anayasası, demokratik karar alma süreçlerinin çeşitli mekanizmalar aracılığı ile vesayet altına alındığı, demokratik katılım haklarının sınırlandırıldığı otoriter bir anlayışın ürünüdür. Bu otoriter anlayışın izleri, çeşitli tarihlerde yapılan anayasa değişiklikleri ile kısmen giderilmiş; temel hak ve özgürlükler konusunda önemli adımlar atılmış, sivil siyaset alanını sınırlayan vesayet mekanizmaları büyük ölçüde geriletilmiştir. Yapılan tüm bu değişikliklere rağmen, yeni bir anayasa hazırlanması talebinin siyaset gündeminde yerini korumaya devam etmesi bu bakımdan dikkat çekicidir.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 1 Ekim’de TBMM’de yaptığı konuşmada yeni anayasa konusuna ayrı ve özel bir yer vermesi, anayasa tartışmalarının önümüzdeki günlerde siyasetin en önemli konu başlıklarından biri olacağını işaret etmektedir. TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş’un yaptığı açıklamalar da yeni ve sivil bir anayasa hazırlanması konusunun siyasi bir temenni olmanın ötesine geçeceğini, bu konuda bazı siyasi gelişmelerin arifesinde olduğumuzu göstermektedir.
Öyle görünüyor ki; yeni anayasanın felsefesi, içeriği ve hangi yöntemle hazırlanacağı gibi hususlar önümüzdeki günlerde sıklıkla tartışılacaktır. Ancak bu konu başlıklarını ele almaya başlamadan önce, çok daha temel bir sorunun yanıtlanması gerekmektedir: Neden yeni bir anayasa?
Birer hukuk metni olan anayasalar, nasıl ve hangi yöntemle anayasa değişikliği yapılabileceğine dair hükümler içerirler; ancak yürürlükteki bir anayasanın nasıl yürürlükten kaldırılabileceğine dair hükümler içermezler. Yani mevcut bir anayasayı yürürlükten kaldırıp yerine yeni bir anayasa hazırlamanın hukuken belirlenmiş bir formülü yoktur. Bu belirsizlik nedeniyle; kısmi anayasa değişiklikleri yoluyla birtakım reformlar yapmak, yeni bir anayasa hazırlanması seçeneğine göre cazip görünebilir. Oysaki bugün geldiğimiz noktada, mevcut anayasanın yürürlükten kaldırılarak tamamen yeni bir anayasa hazırlanması artık neredeyse bir zorunluluk halini almıştır.
Bu zorunluluğu doğuran hukuki ve siyasi gerekçelerin irdeleneceği bu yazıda, hukuki gerekçeler anayasanın iç tutarlılığı ve hüküm bütünlüğü boyutuyla ele alınacak, siyasi gerekçeler ise Türkiye’de devlet-toplum ilişkilerinin geçirdiği dönüşüm bağlamında değerlendirilecektir.
1982 Anayasası’nın iç tutarlılığı ve hüküm bütünlüğü konusunda öncelikle şu hususu belirtmek gerekir: 1982 Anayasası yürürlüğe girdiği tarihten bu yana tam 19 kez değiştirilmiştir. Bu durum, Anayasanın yaklaşık iki yılda bir değiştirildiği anlamına gelmektedir. Yapılan değişikliklerin bir kısmı TBMM’de üçte iki oy çokluğu ile referanduma gerek kalmadan kabul edilmiş; bir kısmı da TBMM’nin beşte üç oy çokluğu ve zorunlu referandum süreci ile gerçekleşmiştir. Orijinal haliyle 177 maddeden oluşan 1982 Anayasasının 96 maddesi bu değişikliklerden etkilenmiş; bazı maddeler yeniden yazılmış, 23 madde bütünüyle yürürlükten kaldırılmış ve pek çok madde birden fazla kez değişikliğe uğramıştır. Farklı yasama dönemlerinde, farklı siyasi kadrolar öncülüğünde gerçekleştirilen tüm bu değişiklikler sonucunda 1982 Anayasası’nın dil uyumu ve kavramsal bütünlüğü bozulmuş, iç tutarlılığı ortadan kalkmıştır.
Bu noktada şu hususu özellikle belirtmek gerekir: Tüm bu değişiklikler yapılmış olmasaydı, yani 1982 Anayasası yürürlüğe girdiği tarihteki orijinal metniyle bugün uygulanıyor olsaydı; dil uyumu, kavramsal bütünlük ve iç tutarlılıktan söz etmek yine de mümkün olmayacaktı. 1982 Anayasası orijinal haliyle, çok kötü bir dille kaleme alınmış; özne-yüklem uyumsuzlukları, tutarsız kavramsallaştırmalar ve gereksiz tekrarlardan oluşan bir metindir.
1982 Anayasasının orijinal metni incelendiğinde, devletin isminde dahi bir iç tutarlılık sağlanamadığı göze çarpmaktadır. Anayasada Devlet; kimi zaman Türkiye Cumhuriyeti (m.2), kimi zaman Türk Devleti (m.66), kimi zaman Türkiye (m.126), kimi zaman da Türkiye Devleti (m.1,3) biçiminde ifade edilmiştir. Anayasanın ikinci kısmının başlığı “Temel Haklar ve Ödevler” biçiminde iken m.12 ve devamında yer alan madde başlıkları ise “Temel Hak ve Hürriyetler” biçimindedir. Memurların sorumluluğuna ilişkin 40’ıncı ve 129’uncu maddeler ise hem aynı konunun iki ayrı hükümle düzenlenmiş olması bakımından gereksizdir; hem de aynı konuyu düzenleyen bu iki madde birbiriyle tam olarak örtüşmemektedir. Ayrıca, özünde bir negatif statü hakkı olduğu için “Kişi Hak ve Özgürlükleri” başlıklı ikinci bölümde yer alması gereken çalışma ve sözleşme hürriyeti, 1982 Anayasasında “Sosyal ve Ekonomik Haklar ve Ödevler” başlıklı üçüncü bölümde düzenlenmiştir.
1982 Anayasası orijinal haliyle bile kendi içinde çelişkili hüküm ve ifadeler barındıran, hukuk sistematiği bakımından hatalı, özne-yüklem uyumsuzlukları ve anlaşılması zor ifadelerle kaleme alınmış sorunlu bir metindir. Çeşitli tarihlerde yapılan 19 anayasa değişikliği ile birlikte Anayasada yer alan çelişkili hüküm ve ifadeler artmış, bazı ifadelerse yasal ve anayasal düzenlemeler nedeniyle kadük hale gelmiştir. Örneğin; 2017 anayasa değişikliği ile askeri yargı yolu kaldırılmış olmasına rağmen, Anayasanın 140’ıncı maddesinin 4’üncü fıkrasında “askeri hakimler” ifadesi yer almaktadır. 1997 tarihli 4306 sayılı Kanunla “ilkokul” ve ortaokul” ibareleri “ilköğretim” şeklinde değiştirilmesine rağmen Anayasanın 76’ncı maddesinde halen “ilkokul” ifadesi yer almaktadır. Aynı şekilde, 5237 sayılı Türk Ceza Kanunuyla “ağır hapis cezası” kaldırılmasına rağmen, Anayasanın 76’ncı maddesinde “ağır hapis cezası” ifadesi yer almaya devam etmektedir.
Hukuk devleti ilkesi, baskıcı ve keyfi olmayan, kurallara dayalı bir yönetimi gerektirir. Bunun için de hukuk kurallarının öncelikle öngörülebilir, sade ve anlaşılabilir nitelikte olması gerekir. 1982 Anayasası gerek orijinal metniyle gerekse mevcut biçimiyle kolayca anlaşılabilen ve uygulanabilir nitelikte bir metin değildir. Yeni bir anayasa hazırlanması, diğer tüm faydalarının yanında, daha gelişmiş bir hukuk devleti olma idealine de hizmet edecektir.
Hukuki gerekçeleri bir kenara koyacak olursak; 1982 Anayasasının temsil ettiği devletçi zihniyetin bugün toplum ve siyasi aktörler nezdinde artık herhangi bir karşılığının kalmadığını da ayrıca belirtmek gerekir. 1982 Anayasası yürürlüğe girdiği haliyle, otoriter ve arkaik bir devletçiliğin yansıması niteliğindedir. Temel hak ve özgürlüklere yaklaşım biçimi bakımından son derece yasakçı, sivil siyaset alanını daraltan ve siyaset dışı unsurların demokratik süreçlere müdahalesine olanak sağlayan bir metindir. Çeşitli tarihlerde yapılan anayasa değişiklikleri sayesinde temel hak ve özgürlükler büyük ölçüde güvenceye kavuşturulmuş, demokratik karar alma süreçlerini erozyona uğratan vesayet mekanizmaları büyük ölçüde giderilmiştir. Özellikle 2017 anayasa değişikliği ile benimsenen Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi modeli bu bakımdan büyük bir kazanımdır. Ancak 1982 Anayasası, yapılan tüm bu köklü reformlara rağmen, hala anayasacılığın gerekleriyle bağdaşmayan, otoriteryen bir devletçiliğin izlerini taşımaya devam etmektedir.
1982 Anayasasının 12’nci maddesi şöyledir: “Temel hak ve hürriyetler, kişinin topluma, ailesine ve diğer kişilere karşı ödev ve sorumluluklarını da ihtiva eder”. Yani Anayasayı hazırlayan bu zihniyete göre, anayasada yer alan hak ve özgürlükler aslında kişilere bahşedilen birer lütuftur ve bu lütuf karşılığında kişilerin de birtakım ödevleri bulunmaktadır. Anayasanın 14’üncü maddesi de yine aynı anlayışın sonucudur: “Anayasa hükümlerinin hiçbiri, Devlete veya kişilere Anayasayla tanınan temel hak ve hürriyetlerinin yok edilmesine veya Anayasada belirtilenden daha geniş şekilde sınırlandırılmasını amaçlayan bir faaliyette bulunmayı mümkün kılacak şekilde yorumlanamaz”. Bu hükümde yer alan “Devlete veya kişilere Anayasayla tanınan temel hak ve hürriyetler” ifadesi hukuk devletinin en temel ilkelerine dahi aykırıdır. Zira demokratik bir hukuk devletinde, hak ve özgürlükler devlete değil kişilere tanınır.
1982 Anayasası resmi ideolojiye dayanan ve toplumu bu ideoloji doğrultusunda biçimlendirmeyi amaçlayan devletçi bir anlayışla hazırlanmıştır. Temel hak ve özgürlükler adeta kişilere bahşedilen bir lütuf gibi sunulmuş, bunun karşılığında topluma adeta bir deli gömleği giydirilmek istenmiştir. Oysaki Türkiye’de devlet toplum ilişkilerinin bugün geldiği nokta, 1982 Anayasası ile çizilmek istenen dar kalıpların çok daha ötesine geçmeyi gerektirmektedir.
Türk halkı, yalnızca seçimlerde oy kullanarak değil, 15 Temmuz darbe kalkışmasında olduğu gibi, gerekirse canını hiçe sayarak kendi iradesine sahip çıkabilecek kadar demokratik bir olgunluğa eriştiğini göstermiştir. Kanlı 12 Eylül darbesinin ürünü olan 1982 Anayasasında vesayetçi mekanizmalar büyük ölçüde tasfiye edilmiştir; ancak Anayasanın ruhuna sinen otoriter devletçi anlayışın izleri hâlâ varlığını korumaya devam etmektedir. Artık farklı bir anlayışla, tamamen temiz ve boş bir sayfa açarak, yeni bir toplum sözleşmesi hazırlamanın vakti gelmiştir. Bunu ifade etmek, sadece “olsa ne iyi olur” diyebileceğimiz türden bir temenni değil; Cumhuriyetin yüzüncü yılında tarihin bizlere yüklediği sorumluluğun bir gereğidir.