Yavuz Baydar – Yine Rıza Türmen, yine yanılgılar

Rıza Türmen, AİHM yargıçlığı ardından, uzunca bir süredir Milliyet’te köşe yazıyor. Hukukçu kimliğiyle yaptığı yorumlarda, hukuk devleti bağlamında Türkiye’yi tartışırken, bu alana ne kadar hâkim olduğuna inanmamızı istiyor. Bunu yaparken Türkiye’nin hızla otoriter bir rejime sürüklendiği; baskıların yoğunlaştığı, özgürlüklerin kırpıldığı tezini işliyor. Ergenekon gibi davalarda bazı verileri selektif kullanarak, onlarla ilgili erken ve çarpık yargılara varmamızı sık sık teklif ediyor.

Bunlar anlaşılabilir şeyler. Hukukçu da gerçekleri bozarak veya eleyerek kendi görüşleri lehine kullanabilir. Bu anlamda, Türmen, kutuplaşmada bir taraf olmayı seçmiş, bir “dava”yı militanca sahiplenmiş görünmektedir. Olabilir.

Ama asıl sorun Türmen’in hukukçu kimliğiyle basın özgürlükleri alanına girdiği zamanlarda çıkıyor. Bizim mesleğimizi, oyun kuralları tamamen hukukla çevrili, yasaların çekip çevirdiği bir alan zanneden Türmen, gazeteciliğin rolü, söylemi ve karmaşık oyun alanı hakkındaki yetersiz bilgilerini, püriten bir legalizm üzerinden okura akıl vererek örtmeye çalışıyor.

Türmen’in 10 Mayıs tarihli Milliyet’te çıkan “Basının Sorumlulukları” başlıklı yazısı, bu faaliyetin en son örneği. Bu yazı, temel fikri itibarıyla, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ni okura “basının faaliyetlerini düzenleyip hakkında nihai, kutsal, değişmez kararları veren bir merci” olarak sunma denemesi.

Türmen bunu yaparken, farklı Avrupa Konseyi (AK) üyesi ülkelerdeki medyaların kendine has oyun kuralları ile ulusal / bölgesel yayın ilkelerine uyma özelliklerini, sektörel koşulları, medyanın mülkiyet yoğunluğu sorunlarını, otoritelerle gazeteciler arasındaki ilişkilerin ülkeden ülkeye değişen özelliklerini dikkate almıyor. AK alanının yekpâre bir basın felsefesi, pratiği ve düzenine sahip olduğu gibi bir yanılgıdan hareket ediyor.

Konsey içindeki pek çok ülkede merkezî otoritenin basının özgürlüklerine geniş alan açtığını, kısıtlamalardan uzak durmaya çalıştığını (yani, esas olanın halkın haber alma, gazetecinin haber verme özgürlüğü olduğunu), hata ve ihlallere dahi tahammülü benimsediğini unutmamızı istediği ölçüde, AİHM kararlarının sadece tavsiye niteliği taşıdığını, hele basın özgürlüklerini tartışmalı biçimlerde kısıtlayıcı içerikte olanlarının, bu özgürlükleri korumaya kararlı medyada sert alerji yarattığını da muhtemelen bilerek atlıyor.

Yazısının basının rolünü tarif ettiği bölümünde Türmen, AİHS’in ifade özgürlüğünü düzenleyen 10’uncu maddesine göndermede bulunuyor ve şunu yazıyor: “AİHM, basının iyi niyetle davranmasını, etik kurallara uygun olarak güvenilir ve doğru haber vermesini öngörüyor. Bireylerin kişilik hakları söz konusu olduğunda, basının görev ve sorumlulukları özel bir önem kazanıyor. Basının verdiği bilgilerin doğruluğunu yayımlamadan önce kontrol etmesi gerekiyor.”

10’uncu maddenin ikinci bendi şöyle diyor: “Kullanılması görev ve sorumluluk yükleyen bu özgürlükler, demokratik bir toplumda, zorunlu tedbirler niteliğinde olarak, ulusal güvenliğin, toprak bütünlüğünün veya kamu emniyetinin korunması, kamu düzeninin sağlanması ve suç işlenmesinin önlenmesi, sağlığın veya ahlakın, başkalarının şöhret ve haklarının korunması, veya yargı gücünün otorite ve tarafsızlığının sağlanması için yasayla öngörülen bazı biçim koşullarına, sınırlamalara ve yaptırımlara bağlanabilir.”

Aslında, bendin ilk yan cümlesi, büyük bir dikkatle, basına hem geniş bir özgürlük hem de geniş bir etik alan açıyor. AİHM, Türmen’in lanse etmeye çalıştığının tersine, onun oyun kuralını belirlemiyor; onun geleneklerine ve bağımsızlığına saygı vurgusu yapıyor. Şikâyetlere ilişkin uygulamada da, onları münferit vak’alar ve herbiri kendine özgü özellikler içeren süreçler olarak ele alıyor.

Bu açıdan bakınca, Türmen’in örneklediği bazı kararlar ile Türkiye’deki bazı vak’alar arasında kurmaya çalıştığı bağ da anlamsızlaşıyor.

Türmen, Pedersen Baadsgard / Danimarka (2004) kararını Taraf’ın verdiği Balyoz veya Kafes gibi haberlerle bağlantılandırıp, bu haberlerin AİHM’de mahkûmiyet getireceği kehanetinde bulunuyor.

AİHM kararından seçtiği cümle şöyle: “Haberi önceden kontrol etme yükümlülüğü, ileri sürülen iddianın ciddiliği ile orantılı olarak, yeterince doğru ve güvenilir bir temele sahip olmasını gerektirir.”

Ve vardığı yargı da şu: “Bir gazetenin, 7 yıl önce düzenlenen bir askerî tatbikatta hükümeti devirme planları yapıldığına ilişkin ele geçirdiği olguları, bunların doğruluğunu araştırmadan, olaydaki çelişkileri açıklamadan gazetede yayımlamasının, Sözleşme’nin 10. maddesi tarafından korunması beklenemez.”

Türmen, gazetecilik pratiğinden pek haberdar olmadığı için, çizdiği bu “ideal” tablonun yanında şu unsurların da kaale alınması gerektiğini bilmiyor: Esas olan, mümkün olan en kısa zaman içinde, eldeki imkânların elverdiği ölçüde doğrulatılmış ve bütünlük kazanmış veya bu yönde çabaları kapsayan, süratli bir haberciliktir. Halkın haber alma özgürlüğü ve kamu yararı öncelik taşır”. Bu, gazeteciye tanınan rolün özgürlük ve sorumluluk alanını da tarif eder. Hukukî bir zorunluluğu değil, ahlakî bir duruşu belirler.

Türmen, bu bilgileri özümsemenin yanı sıra, TSK’nın neden hâlâ saydamlığa direnip basına demokratik saygıyı göstermediğini ve bunun âdil haberciliğe etkisini de sorgulamalı; ayrıca, Taraf’ın beğenmediği haberleri ardından Türkiye’de savcıların “7 yıl önceki askerî tatbikat” ile ilgili olarak neden geniş bir soruşturma ve dâvâ süreci başlattığının da cevabını vermelidir. Acaba, bu dâvâda karar veren hâkimler bir gazete tarafından tamamen yanıltılmış mıdır? Bir başka deyişle, Türkiye yargısı tümüyle aptal veya tümüyle satılmış mıdır?

Milliyet yazarı, dikkatimizi başka bir karara çekerek, bununla Baykal gizli kayıtları arasında sımsıkı bir bağ kurmamızı da istemektedir: “Prenses Caroline/Almanya” (2004) kararında, AİHM, Prenses Caroline’in erkek arkadaşıyla denize girerken, yemek yerken çekilen ve bir popüler dergide yayımlanan fotoğraflarının özel yaşamı ihlal ettiği, basının ‘demokrasinin bekçiliği’ ve halkı bilgilendirmek görevi ile bir ilgisi bulunmadığı sonucuna vardı.”

Ve şöyle bir yargıya varmaktadır: “Sn. Deniz Baykal’a atfedilen web sitelerinde yayınlanan görüntülerin TCK’nın özel yaşamla ilgili maddelerine aykırı olması yanında, dâvânın AİHM’ye gelmesi durumunda, özel yaşamın ihlâl edildiği yolunda bir karar çıkması olasılığı yüksek. Sn. Baykal’ın siyasetçi olması, özel yaşamını Sözleşme’nin koruması dışında bırakmıyor.”

İlginç. Acaba iki vak’a özdeş midir? Bunun yanıtını, geçen Pazartesi köşesinde Milliyet Okur Temsilcisi Derya Sazak, Türmen’e bir ders olarak şöyle vermektedir:

“Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin ‘özel hayat – mahremiyet’e ilişkin pek çok kararı var. AİHM ilk ölçütü, ‘resmî görev’, ikinci ölçütü ‘mekân’ olarak belirlemiştir. AİHM, siyasetçinin özel yaşamı ile resmî görevi bulunmayan bir bireyin özel yaşamı arasında ayrım yapıyor. Ve bir siyasetçinin bazı durumlarda özel yaşamı hakkında da siyasal, toplumsal tartışmaya katkıda bulunabileceği gerekçesiyle haber yapılabileceğini, halkın bilgi edinme hakkı olduğunu söylüyor. Oysa, resmî bir görevi olmayan bir bireyin özel yaşamı kamu çıkarını ilgilendirmez..”

“…Alman dergileri, Prenses Caroline’in gündelik yaşantısından fotoğrafların basıldığı için açılan dâvâyı AİHM’ye götürdü. Mahkeme, Alman makamlarını suçlu buldu. Prensese dava kazandıran 8. madde özel hayatı, 10. madde ise bilgi edinme hakkını koruma altına alıyor. AİHM’ye göre; kamuya açık alandaki prensesin görüntüleri özel alanını yansıtıyordu ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) 8. maddesi bu alanı koruma altına alıyor. Aynı sözleşmenin 10. maddesi ise basının bilgi edindirme hakkını teslim ediyor. Ancak AİHM, prensesin özel hayatıyla basın özgürlüğü arasına bir sınır çekti. AİHM’ye göre prenses, çok tanınmış biri olmasına karşın, kamuya açık alanda bile özel hayat hakkına sahipti. Prensesin toplum içinde nasıl hareket ettiğini merak eden kamunun çıkarı olsa bile bu hakka sahipti. Fotoğrafların basılabilmesi için, bunların demokratik bir toplumda tartışma yaratacak nitelik taşıması gerekiyordu…”

Sazak, medya etiği uzmanı Andrew Belsey’in şu saptamasına da yer veriyor: “Basında ‘gizli aşk yuvası’ ortaya çıkan bir siyasetçi mahremiyete tecavüzün kurbanı değildir, çünkü böyle skandal bir davranışın yasal olarak mahremiyetin korunması altına alınması söz konusu olamaz. Bunun nedeni siyasetçilerin yalnızca halkın gözü önünde olmaları değil, medya ve iş dünyasındaki diğer insanlar gibi toplumsal bir güç sahibi oldukları için bu gücün nasıl kullanıldığının bütün yönleriyle halkın incelemesine açık olmasının gerekmesidir. Kamusal yaşamdaki yolsuzlukları önlemenin tek yolu budur. Yolsuzluk derken yalnızca mali alanda yapılan hileleri kastetmiyorum. Siyasetçilerin mahremiyeti yoktur demiyorum, ama mahremiyet hakkını kötüye kullanma yetkileri yoktur diyorum. Demokrasilerde güç sahibi olanlar yaşamlarının özel ve kamusal alanları arasındaki sınırın nerede başlayıp nerede biteceğine kendileri karar veremezler. Mahremiyetin de sınırları vardır.”

Dolayısıyla, özel alan ve mahremiyet konusunda habercilik de, Türmen’in sandığı gibi “tek tip” ve basit değil.

Son olarak, Türmen, “Lindon / Fransa” kararından yola çıkarak, Aydın Doğan ile ilgili olarak zikredilen Al Capone benzetmesine atıfta bulunmak istiyor:

“Lindon/Fransa (2007) kararında dâvâ konusu, Fransa’da sağcı Ulusal Cephe Başkanı Le Pen hakkında, bir kitapta kullanılan “câniler çetesinin başı”, “Le Pen’e oy verenler Al Capone’a da oy verirler”, “seçmenlerinin öfkesi ve kanı ile yaşayan bir vampir” gibi ifadeler… Le Pen’in açtığı hakaret davası sonucunda, yazar ve basımevi 6 bin euro’ya mahkûm olurlar ve AİHM’ye başvururlar. Le Pen’in siyasetçi olmasına karşın, AİHM, bu kararın düşünce özgürlüğünü ihlal etmediğine karar verdi. Kullanılan ifadelerin kabul edilebilir sınırı aştığı ve hakaret niteliği taşıdığı yolundaki Fransız Mahkemesi kararını doğru buldu.”

Kendi başyazarının, basına “vatan haini” diyen Genelkurmay Başkanı’nı “bu sözler ifade özgürlüğü içinde değerlendirilmelidir” diye – üstelik basın özgürlüğü gününde – utanmazca savunmasını unutan Hürriyet’in eski genel yayın yönetmeni, patronunu kollamak amacıyla bu kararın üzerine atladı ve Andrew Finkel’e ve onun makalelerini yayınlayan gazeteye tehditler savurdu.

Oysa, bir kez daha, söz konusu iki vak’a arasında söylem ve bağlam farkları apaçıktı ve Finkel’in Today’s Zaman’da açıkça gösterdiği gibi, Türmen kararın kilit noktalarını tümüyle aktarmaktan, kritik nüanslardan kaçınmıştı. İşin aslını öğrenmek isteyenler Finkel’in cevabına bakabilirler (Today’s Zaman, 16 Mayıs.)

Özetle, Sayın Türmen’in sempati duyduğu elitist ideolojiye ve bağlı bulunduğu medya grubunun çıkarlarına hizmet ederken, özellikle basın özgürlüklerini züccaciyeci dükkânı olarak görmemesinde, vesayetçi bakışını gözden geçirmesinde büyük yararlar var.

Taraf, 19.05.2010

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et