Hukukun çok önemli olduğunu herkes kabul ediyor, ama pek az insan bunun ne anlama geldiğini ve bizatihi hukukun ne olduğunu sorguluyor. Meselâ, birçok hukukçu, hukukun hayatın başlangıcı olduğunu sanıyor. Önce hukukun ortaya çıktığını sonra hayatın başladığını zannediyor. Böyle olunca, hukuku hukuk adamıyla özdeşleştirmek ve hukukçuyu kutsal ve dokunulmaz kılmak kolaylaşıyor.
Oysa, hukuk bir başlangıç değil bir sonuç. Toplumsal hayatın regüle edilmesi bir ihtiyaç. Bunu yapmanın çeşitli araçları var; hukuk ve ahlâk gibi. Ancak, bu regülasyon araçları, dolayısıyla hukuk, hayatın akışı içinde önce ortaya çıkıyor sonra yazılı hukuk kuralı olarak ifade ediliyor. Yani hukuk kuralları yazılı olarak ifade edilmese de var. Bu yüzden, insanlığın uzun tarihi içinde düşünüldüğü zaman, büyük hukuk teorisyeni Hayek’in dediği gibi, hukukçunun görevi hukuku yapmak değil keşfetmektir. Kuralların kaynağı hukukçunun iradesi değil toplumun kendisi ve toplumsal hayattır.
İnsanlık tarihinin başında değiliz. Geride kalan dönemlerde ortaya çıkmış hukuk kuralları demetine sahibiz. Bu kurallara göre adâlet dağıtmak için de yargı dediğimiz cihazı görevlendirmiş durumdayız. Yargıya o kadar önem veriyoruz ki, onu adâlet yanında veya adâletin bir parçası olarak bireysel özgürlükleri de korumanın bir aracı olarak görüyoruz. Hukukun ve hukukçuların statüsünün yüksek olmasının sebebi bu, hukukçuların farazi üstün meziyetleri değil.
Ancak, yargıya ayrıcalıklı statü tanırken yargının bağımsız ve tarafsız olacağını varsayıyoruz. Yargı mensubunun bilinen hukuk kuralları çerçevesinde, vicdan adamı olarak hareket edeceğine inanıyoruz. Ya bu varsayım yanlışsa? Yargı mensupları onlara emanet ettiğimiz yetkileri özel bireysel veya grupsal çıkarları için kullanırlarsa ne yapacağız?
Yasama organını anayasa yargısı üzerinden yargısal denetime tâbi kılıyoruz. Aynı şeyi yürütmeye de uyguluyoruz. Hem Danıştay hem Sayıştay yürütmeyi murakabe altında tutuyor. Buna itiraz edemeyiz. Ama şu soruyu da görmezden gelemeyiz: Yargıyı kim denetleyecek? Yargı mensupları da insan olduğuna ve her insan gibi hata yapabileceğine göre, yargı bürokrasini de denetime tâbi tutmamız gerekmez mi?
Demokratik sistemde toplumun elinin doğrudan veya temsilcileri vasıtasıyla tüm kamu otoritelerine dokunması gerekir. Aksi takdirde, kamu otoritelerinin meşruluk açığı oluşur.. Yasama organı zaten seçimlerle halk tarafından teşkil ediliyor, yani demokratik meşruiyete sahip. Parlamenter sistemde yürütme de parlamento içinden çıktığı için bir demokratik meşruiyete sahip. Meşruiyet yanında ağır ve etkili bir halk denetimine de tâbi: Seçimler. Ya yargı ne durumda? Türkiye’de yargının meşruiyeti neye, nereye dayanıyor? Neden bir grup memura kaderimiz üzerinde böylesine büyük bir gücü emanet edelim? Bu güç istismar edilirse neye, nereye güvenelim?
Şimdi HSYK’yı yeniden yapılandırma girişimi var. Buna gösterilen tepkilere bakınca bürokratik vesayetçi zihniyetin ne kadar derinlere gittiğini görüyoruz. Kurulun bazı üyeleri tüm kuralları aşıp demokratik iradeyle gayri meşru bir çete savaşına giriyor. Kurulun anayasal pozisyonunu kendileri belirlemek istiyor. Hangi hak ve yetkiyle? Seçilmiş siyasetçilerin, yani Meclis’in HSYK yapılanmasına müdahil olmasını anayasaya aykırı buluyor. Oysa, demokratik ülkelere bakınca HSYK gibi kurulların bir şekilde siyasetin müdahalesine maruz kaldığını görüyoruz. Gazetelere yansıyan bilgilere göre benzer kurulların diğer demokrasilerdeki durumu şöyle: İsveç: 11 üyeli Kurul’un başkanlığını hükümet tarafından atanan bir Genel Müdür yürütüyor. Üyelerin dördü hâkim, ikisi siyasetçi, biri avukat, ikisi sendikacı. Tüm üyeleri hükümet atıyor. İspanya: 21 üyeli Kurul’un başkanı Yargıtay Başkanı. 12 hâkim ve 8 avukat/hukukçu üye Meclis ve Senato tarafından aday gösterilenler arasından Kral tarafından atanıyor. İtalya: 27 üyeli Kurul’un başkanı devlet başkanı. Yargıtay Başkanı ve Başsavcısı doğal üye. 16 üye hâkim ve savcılar tarafından, 8 üye Parlamento tarafından seçiliyor. Hollanda: Adalet Bakanı’nın önerisi üzerine Kurul tarafından atanan 3 hâkim üye, yine Bakan tarafından önerilen ve Kral tarafından atanan diğer mesleklerden 2 üye. Bu 5 üye, aralarından başkan seçiyorlar. Portekiz: 17 üyenin 6’sı meslek içi seçimle geliyor; 2’si yüksek mahkeme hâkimlerinin başkanlarından oluşuyor; kalan 9 üyeden 6’sını Parlamento, 2’sini devlet başkanı seçiyor. Polonya: 25 üyeden Adalet Bakanı ile iki yüksek yargı başkanı doğal üye; 15 üye hâkim ve savcılar arasından seçiliyor; 4’ü parlamento, 2’si senato ve 1’i de cumhurbaşkanı tarafından seçiliyor. Bu bilgiler gösteriyor ki, birçok demokratik ülkede Meclis benzer kurulların oluşmasına katılıyor. O hâlde, Türkiye’de niye bu mümkün olmasın?
Olanı biteni tarafsızım diyerek uzaktan seyredenler veya yargıda bir otonom yapılanma yokmuş, sicili muhteşem bir yargımız varmış gibi kitap ezberine dayanan analizler yapanlar vahim bir hataya düşüyor. Karşı karşıya kaldığımız tuhaf vakıaya hiç kimse kayıtsız kalamaz. Otonom, demokratik etkiye ve murakabeye açık olmayan bir yargı yapılanması haklar ve özgürlükler için büyük bir tehdittir. Bugün size zarar vermemesi yarın da vermeyeceği anlamına gelmez.