Türkiye “komşularla sıfır sorun” politikasını bir süre yürüttü. Şüphesiz bu, komşu ülkelerin de buna istekli olmasıyla ve dönemin şartları içinde mümkün oldu. Sonra etrafımızda çok şey değişti. En vahimi Suriye’de olanlardı. Arap baharı kaçınılmaz olarak bir şekilde Suriye’yi de etkiledi. Böylece Suriye istikrarlı bir diktatörlükten istikrarsız bir diktatörlüğe dönüştü. Türkiye’nin Suriye’de olan bitene kayıtsız kalması ve orada vuku bulacak hadiselerden etkilenmemesi imkânsızdı.
Kötü zamanların gelmekte olduğunu tahmin eden Türkiye Suriye’deki diktatörlüğü önce demokratik reformlar yapmaya ikna etmeye çabaladı. Davutoğlu defalarca Suriye’yi ziyaret edip görüşmeler yaparak bir alt yapı hazırlamaya çalıştı. Maalesef olmadı, bu başarılamadı. Ardından halkın rejime tepkisi sokaklara yansıdığında Türkiye Suriye yönetimine barışçıl gösterilere silahla müdahale edilmemesini tavsiye etti. Esed ve sözcüsü olduğu egemen tabaka yine kulak asmadı. Çatışmalar başladı, büyüdü, iç savaşa dönüştü. Türkiye doğal olarak muhalif hareketlere destek verdi. Zorba, gayri meşru, halkını katleden rejimin devrilmesini istedi. Bunun için Batı’ya çağrıda bulundu. Savaştan kaçan sivillere dil, din, ırk ayrımı yapmadan kapılarını açtı. Bütün bunlar doğru, uygulanması gereken politikalardı.
Türkiye Suriye’de ne olacağını tek başına belirleme gücüne ne dün sahipti ne de bugün sahip. ABD yönetimi başlangıçta Türkiye’ye paralel bir politika izlemekteydi. Hedef Esed’in birkaç ay içinde tasfiye edilmesi ve Suriye’de çoğulcu demokratik bir rejimin kurulmasıydı. Sonra ABD makas değiştirdi ve Türkiye yoluna yalnız devam etmek zorunda kaldı. Aradan geçen yıllar içinde birçok aktör savaşa doğrudan veya dolaylı müdahil oldu. Suriye toprakları büyük küçük çeşitli güçlerin oyun arenasına dönüştü. IŞİD’in doğması ve hızla yayılması da denklemi önemli ölçüde değiştirdi. Maalesef, bugün Suriye içinden nasıl çıkılacağını kimsenin bilmediği korkunç bir kaosta. Her zaman olduğu gibi en büyük sıkıntıyı kadınlar ve çocuklar çekiyor. Yüz binlerce insan öldü. Milyonlarca insan ülkesini terk etmek zorunda kaldı. Büyük bir insanî dramla karşı karşıyayız.
Türkiye’nin Esed rejimine karşı politikası genel olarak doğru ama Suriye Kürtlerine yönelik politikası da aynı derecede doğru mu? Buna hayır diyenler var. Geçenlerde Hürriyet Gazetesi’nde Verda Özer ilginç bir yazı kaleme aldı. Ekopolitik adlı kuruluşta Kürt sorunu üzerine araştırmalar yapan Tarık Çelenk’in konuyla alâkalı fikirlerini aktardı. Çelenk şöyle diyor: “Ankara’nın PYD ile ilişkilerini normalleştirmesi hem Esed’in hem Rusya’nın elinden ‘Kürt kartı’nı alır, hem ABD ile işbirliğinin yolunu açar, hem de içerde terörün belini ciddî şekilde büker. Sınırlarımızda dost bir Kürt şeridi bu sorunlara karşı güçlü bir tampon oluşturur.”
Çelenk’e göre Türkiye Rojava ile hem ekonomik ve kültürel olarak hem de güvenlik çerçevesinde ilişkilerini iyileştirmeli. Aynı Irak Kürdistan Yönetimi’yle olduğu gibi bu bölgeyle ticarî işbirliği yapmalı ve Rojava’nın yeniden yapılanmasına lojistik destek vermeli. Özetle, Türkiye PYD’ye yönelik politikasını kökten değiştirmeli. Onu düşmandan dosta, hasımdan ortağa dönüştürmeli, müttefiki hâline getirmeli.
Çelenk’in önerisinin ne kadar isabetli olduğunu bilmiyorum. Ancak, ülkenin tek senaryoya mahkûm edilmemesi, başka senaryoların da masada tutulması gerekir kanaatindeyim. Kuşku yok ki, Özer’in haklı olarak işaret ettiği üzere, terörün azdığı, PKK ile PYD arasında organik bağların bulunduğu bir ortamda Çelenk tarafından tavsiye edilen politikaya geçmek hiç kolay değil. Ancak, Türkiye’ye gerçekten yararlı olması ihtimâli varsa, bu politika üzerinde düşünmeye değer. Bu çerçevede bir şans, AK Parti hükümetlerinin kritik zamanlarda önemli politika değişikliklerine karar verme ve bu kararları uygulama kabiliyetine sahip olması. Bu sefer de, gerekli görülürse, Erdoğan ve Davutoğlu’nun öncülüğünde PYD’ye yaklaşımda bazı değişiklikler yapılabilir.
Yeni Yüzyıl, 12.02.2016
http://www.gazeteyeniyuzyil.com/makale/turkiyenin-pyd-politikasi-yanlis-mi-1266