Türkiye’de Milli Tarih Tezi ve Mahfi Eğilmez’in “Değişim Sürecinde Türkiye” Kitabının Eleştirisi

Mahfi Eğilmez, “Değişim sürecinde Türkiye: Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Sosyo-ekonomik Bir Değerlendirme” isimli, oldukça da iddialı bir kapsama sahip kitabını 2018 yılında yayımlamıştır. İktisat tarihi veya Türkiye sosyolojisi üzerine uzmanlaşmış ve bu alanda deneyimli akademisyenlerin bile bu kadar kapsamlı bir konuyu kitap haline getirmeye çekineceği bir konuda yazma cesareti göstermesi takdire şayandır. Meslekten iktisat tarihçisi olmadığı için birincil kaynakları okuyamayacağını ve literatüre yeni bir katkı sunamayacağını tahmin etsem bile farklı bir bakış açısı görebileceğimi umarak kitabı okudum. Birçok eksiğini tespit ettiğim bu çalışmaya üç yıldır hiçbir eleştiri yazısının yazılmaması oldukça ilginçtir. Bu durum Türkiye’deki akademinin tartışma kültürünün artık kalmamış olmasına bir örnektir. Dolayısıyla Türkiye’de birileri kitap yazıyor, kimse okumuyor, okuyan da üzerine düşünüp değerlendirme yazısı yazmıyor. Yazarlar da yazdıkları üzerine geri dönüş alamayıp düşüncelerini geliştirme fırsatı bulamıyor. Düşünce dünyamızı geliştirebilmek için daha fazla değerlendirme yazıları yazmak, gerekirse tartışma ortamı yaratmak elzemdir. Bu düşüncelerle bu kitabın değerlendirmesine başlıyorum.

1. Türkiye’de Milli Tarih Tezi

Türkiye’nin yakınçağ ve Cumhuriyet dönemi ile ilgili akademik tarihçiliği genellikle iki temel ekolun etkisi altında bulunmaktadır. Bunlardan birincisi Türk Tarih Kurumu’nun temsil ettiği kimine göre resmi tarih anlatısı olan okuldur. Diğeri ise Tarih Vakfı çevresinde kümelenen tarihin sol/sosyalist yorumudur. Türkiye’nin neden geri kaldığı sorusuna bu iki tarih ekolünün de ikna edici bir cevabı yoktur. Ya da emperyalizm gibi dış etkilerle zımnen açıklamalar getirebilmektedir. Her iki tarih tezi de ekonomide devletçilik (daha radikal olanlar merkezi planlamayı da ekler) ve köktenci modernite ortak paydasında birleşir. Dolayısıyla Türk Tarih Kurumu’nun resmi tarih tezi ve Tarih Vakfı’nın yarı resmi tarih tezi birleştirildiğinde milli tarih tezi’ne ulaşılabilir (Akalın, 2010:1-2). Milli tarih tezi/inkılap tarihi temel olarak tek parti modernleşme projesinin övgüsünden ibarettir. Bu modernleşme modelinin doğruluğu ise tarihen ispatlanamamıştır. Eğilmez’in kitabında da tarif ettiğimiz bu milli tarih tezinin esintileri mevcuttur. Dolayısıyla bu tarih anlatısının yetersizliklerinin tamamını Eğilmez’in kitabında da görmek mümkündür.

Altı bölümden oluşan bu kitap aslında üç kısma ayrılabilir. Yazar, ilk kısımda dünyadaki ekonomik konjonktürü değerlendirmeye almış. Kitabın ana konusu olan Türkiye’nin ekonomik yapısına ancak 102. sayfadan itibaren başlayabilmiştir. Dolayısıyla ikinci kısım “Osmanlı’dan Cumhuriyete Türkiye” analizidir. Üçüncü kısım ise yazarın geleceğe dair öngörülerini içermektedir. Türkiye’nin sosyo-ekonomik değişim sürecini açıklamaya çalışmak gibi iddialı bir işe girişen yazarın kitap boyunca verdiği her örneğin derinlik eksikliği göze çarpmaktadır. Türkiye tarihine dair verilen hiçbir örneğin birincil kaynağına bakılmamış, üstelik literatürü de taranmamıştır. Böylece literatürün yanlışladığı bazı eski bilgilerin doğruluğu ön kabul olarak alınmış ve güncel çalışmalar görmezden gelinmiştir. Böylesine geniş bir dönemi içeren sosyo-ekonomik bir değerlendirme için iki buçuk sayfalık kaynakça oldukça yetersizdir. Kitabın içindeki birçok örneği yüzeysel bulmamla birlikte bir iktisat tarihçisi olarak düzeltilmesini önemli gördüğüm konuları yazının bundan sonraki kısmında açıklayacağım.

2. Kitabın Osmanlı Anlatısı

Yazar kitabında Türkiye’nin geldiği noktayı anlatırken Osmanlı Devleti örneğini oraya benzemeyelim diyebilmek için kullandığı görünmektedir. Yazarın Osmanlı üzerine değerlendirme yaparken yaptığı en büyük hatası ise (belki de eski bir maliyeci olması nedeniyle) Osmanlı maliyesi ile ekonomisini birbirinden ayırmamış olmasıdır. Osmanlı Devleti’nin maliyesinin kötüye gidişini, milli tarih tezi ile paralel bir şekilde, ekonominin de kötüye gidişi şeklinde yorumlamaktadır. Fakat son yıllarda yapılan iktisat tarihi çalışmaları bizlere durumun böyle olmadığını defalarca göstermiştir. Örneğin; Şevket Pamuk’un derlediği dış ticaret istatistiklerine göre Osmanlı Devleti’nin dış ticaret hacmi 1830-1914 yılları arasında 7,5 kat artmıştır. (Pamuk, 1995:25). Tarafımdan derlenen Trabzon, Samsun ve Giresun’da oluşan Güneydoğu Karadeniz ticareti 10,5 kat artmıştır. (Güneş, 2021:97). 19. yüzyılda ticaretin yoğun olduğu bölgelerde yabancı devletlerin konsolosluklar açması, devletin ticaret mahkemeleri kurması, ticaret mekteplerinin açılması, bu bölgelerin nüfus çekmesi ve bu şehirlerde bayındırlık işlerinin artması ekonomik canlılığa işarettir. Peki, Osmanlı maliyesi kötüye giderken ekonominin canlı olması nasıl açıklanabilir? Bu soru Türkiye’nin iktisat tarihine çalışanların kafa yorduğu en temel sorulardan biridir. Fakat bu ayrımı yapamayan yazarın bu soruya da herhangi bir cevabı yoktur. Dolayısıyla bu kitabın çıkış noktasında hata vardır.

Kitabın ana konuyla ilişkisi zayıf olan bazı tali konuları (örneğin; Venezuela ve Chavez olayını 7 sayfada anlatması gibi) uzun uzun anlatıp ana konuları (örneğin; Türkiye’nin 1950-1960 dönemini 2 sayfada anlatmış) kısa geçmesini kurgu hatası olarak değerlendirmek gerekir. Türkiye’nin değişim sürecini anlatmak gibi iddialı bir kitabın yazarının Türkiye’nin 1950-60 dönemine Venezuela konusu kadar önem vermemiş olması hayret vericidir. Bununla birlikte kitaptaki konular oldukça dağınık anlatılmaktadır. “Türkiye’nin Osmanlı’dan Devraldığı Yapı” başlığı altında bir envanter dökümü görebileceğimi umarken Çanakkale Savaşı, Mondros Mütarekesi, Sevr Antlaşması, Ankara Antlaşması, Mudanya Antlaşması, Lozan Antlaşması şeklinde ilerleyen bir inkılap tarihi anlatısıyla karşılaştığımda oldukça şaşırdım. Yazarın sosyo-ekonomiyi incelemeyi hedeflerken inkılap tarihi anlatmasını konuya derinlemesine inmek yerine milli tarih tezi savunusu yapmak istemesi şeklinde yorumlayabiliriz. Bundan daha şaşırtıcı olan ise Lozan Antlaşması başlığından sonra “Din ve Bilimin Etkileşimi” başlığı açılıp, Roma İmparatorluğu’nun 5. yüzyılı anlatılmaya başlanmasıdır! Yazar, devralınan yapıyı anlatmayı hedefleyen üst başlığın altında aslında cevabını bilmediği soruya, bildiği konuları sıralamaktan öteye geçememiştir. Benzer bir yaklaşım kitabın 6. bölümü olan “Geleceğe Bakış” isimli bölümünde de görülmektedir (Eğilmez, 2018:226). Geleceğe bakışı anlatmayı hedefleyen bölüm (Bölümün ilk alt başlığı; yakın geçmişten geleceğe giden yol), avcı toplayıcı toplumu anlatarak başlamış, Çatalhöyük ve Göbeklitepe’deki kalıntılarla devam etmiş, 1712 yılında buhar makinesinin geliştirilmesiyle ilerleyen bir anlatıya sahiptir. Yakın geçmişten geleceğe giden yolu anlatırken avcı-toplayıcı toplumdan başlamak gerçekten hayret verici bir yaklaşımdır. Dolayısıyla kitabın anlatısı oldukça dağınıktır.

Osmanlı’dan Cumhuriyet’e sosyo-ekonomik bir değerlendirme yapmayı hedefleyen bu kitapta Osmanlı Devleti’nin sosyo-ekonomisine dair belirtilen tek şey kapitülasyon-dış borç- Düyûn-ı Umûmiye’dir. Osmanlı Devleti’nde uygulanan ne ekonomi politikalarından bahsedilmiş ne ticaret hayatından bahsedilmiş ne esnaf ve tüccarlarından ne pazarlarından, ticaret odalarından, vakıflarından bahsedilmiştir. İnkılap tarihi anlatısının dışında Osmanlı Devleti’ne dair sadece kapitülasyon-dış borç-Düyûn-ı Umûmiye üçlemesinin anlatılması yazarın sosyo-ekonomiden anladığının maliye olduğunu göstermektedir. Yazar, bu üçlemeyi olumsuzlayarak Osmanlı Devleti’nin maliyesi ile ekonomisini ayırmayan milli tarih tezi ile aynı görüşleri savunmaktadır. Kapitülasyonlar başlığından başlayacak olursak, bugün bile gönüllü ticaret antlaşmalarının yapılması ticaret hayatını geliştiren bir faktör olarak görülmektedir. Yazar kapitülasyonların kaldırılmasını Türkiye Cumhuriyeti’nin büyük bir yükten kurtulması olarak tanımlar (Eğilmez, 2018:132). Madem kötü idiyse kaldırıldığında dış ticaretin gelişmesi, gümrük gelirlerinin de artması beklenmeliydi. Fakat böyle mi oldu? Örneğin; Anadolu’nun güneyinde üretilen tarım ürünlerinin uluslararası piyasalara açılma kapısı olan Trabzon ve Samsun limanlarına yabancı ticaret gemileri gelemez oldu. Bölgede bulunan Konsolosluklar kapandı. Uluslararası tüccarlar bölgeyi terk etti. Bunun gibi ekonomik hayatı sona eren liman kentleri göç vermeye başladı. Dolayısıyla kapitülasyonları (ticaret antlaşmalarını) Osmanlı Devleti’nin kalkınamama gerekçesi olarak göstermek milli tarih tezinin (dolayısıyla yazarın da) en büyük açmazlarından biridir. Problemin kaynağını yanlış yerde aramaktır. Ayrıca yazar, “kapitülasyonların koşulları daha da ağırlaşarak kapitülasyon verilen ülkeye en ziyade müsaadeye mazhar ülke imtiyazı verilmesine kadar ulaştı.” yorumunu yapmaktadır. Yazar tarafından şartların ağırlaştırılması olarak tanımlanan ve olumsuzlanan en ziyade müsaadeye mazhar ülke payesi, uluslararası iktisat literatüründe “The most favored nation clause (MNF)” olarak bilinir (Krugman, Obstfeld, Melitz, 2012:245). Bu kural, uluslararası ticarette tarifelerin ülkeler arasında ayrımcılık yapılmaksızın uygulanmasını öngörmektedir. Bu kuralı kabul eden ülkelerden biri, üçüncü bir ülkeye gümrük indirimi şeklinde bir ticari ödün verecek olursa, bunun aynısının anlaşmanın karşı tarafındaki ülkeye de verileceğini kabul eder. Yani en ziyade müsaadeye mazhar ülke payesinin verilmesi ticaret antlaşmasının daha adil yapıldığının göstergesidir. Ayrıca bu payenin çift taraflı olduğu da unutulmamalıdır. Osmanlı Devleti de aynı haklara sahiptir. Bu durumu şartların ağırlaştırılması olarak yorumlamak adil değildir. Artık akademide Osmanlı’nın ticaret antlaşmalarının yeniden değerlendirilmesine ihtiyaç vardır. İkinci konu olan dış borç meselesine gelelim. Maliyesini denkleştiremeyen bir devletin dış borç kullanması bu problemi çözme yollarından biridir. Temel olarak dış borç kullanmak kötü bir şey değildir. Dış borç kullanmanın kalkınmayı engellediğine dair bir kanıt da yoktur. Buradaki problem Osmanlı Devleti’nin kullandığı dış borcu finanse edememesidir. Buradaki hatayı devletin borç almasında değil vergi toplama sisteminde, kamu giderlerini minimize etmek yerine arttırmasında ve vergi toplamadaki başarısızlığında aramak gerekir. Bugünkü devletler gibi merkezileşemeyen Osmanlı Devleti’nin dış borç alması ekonominin kötü olduğunu göstermez. Maliyesinin bozuk olduğunu gösterir ki bunun da sonucu Düyûn-ı Umûmiye’dir. Düyûn-ı Umûmiye, yazar tarafından mali bağımsızlığın yitirilmesi olarak açıklanırken vergi toplayamayan devletin vergi gelirlerini arttırdığı, maliyeye disiplin getirdiği ve birçok personel yetiştirdiği göz ardı edilmiştir. Ayrıca yazar, Osmanlı Devleti’nin ulusal bir ticaret yapısı kuramamasından şikâyet etmektedir (Eğilmez, 2018:28). Literatür iyi taranmadığı için yazar bu konuda en ufak bir bilgiye sahip değildir. Örneğin; Avrupa ile ticaret yapan yerli tüccara II. Mahmud döneminde Hayriye Tüccarı beratı verilmiştir (Kütükoğlu, 1998:64). Böylece yerli tüccarın gayrimüslüm tüccar ile eşit şartlarda ticaret yapabilmesi hedeflenmiştir. Bu uygulama İttihat ve Terakki döneminin milli iktisat politikalarının öncüsü olarak görülebilir. İttihat ve Terakki döneminin milli iktisat politikası ile Anadolu’nun birçok yerinde yerli şirketler ve bankalar kurulmuş, yerli bir ticaret mekanizması oluşturulmuştur. Bu dönemde kurulan şirketlerin çoğu cumhuriyet dönemine geçişte de varlığını sürdürmüştür. Örneğin; 1913 yılında kurulan Adapazarı İslam Ticaret Bankası, 2003 yılına kadar Türk Ticaret Bankası adıyla varlığını sürdürmüştür. Yerli ticaret yapısı oluşturma girişimleri erken cumhuriyet döneminde de sürmüştür. İttihatçıların milli iktisadı, cumhuriyet döneminde ekonominin Türkleştirilmesi politikasına dönüşmüştür (Koraltürk, 2011). Bütün bu gerekçelerimle birlikte Türkiye’nin değişim sürecini anlatan bu kitabın Osmanlı kısmı sığ bir anlatıdan ibarettir.

3. Kitabın Cumhuriyet Dönemi Anlatısı

Kitabın Cumhuriyet dönemine geçildiğinde ise ilk iş olarak yazar Türkiye ekonomi tarihini dönemlendirmeye gidiyor. 1923-1929 arasını liberal politikalar dönemi, 1930-1949 arasını devletçi politikalar dönemi, 1950-1960 arasını liberal politikalara dönüş dönemi, 1961-1979 dönemini Planlı karma ekonomi dönemi, 1980-2001 dönemini piyasa ekonomisine geçiş dönemi ve 2002 sonrasını (yani Ak Parti dönemini) müdahaleli piyasa ekonomi olarak tanımlıyor. Türkiye’nin değişim sürecinin ekonomik altyapısını değerlendiren yazar, bu dönemlerin her birini 2-4 sayfa arasında açıklamıştır. Dolayısıyla yazarın görmezden geldiği, eksik kaldığı konular ikinci bir makale konusu olacak kadar çoktur. Örneğin; 1923 yılında devrolunan ekonomik yapıyı bir buçuk sayfada anlatırken Fatih Sultan Mehmet’ten bile bahsedip devralınan tarım ve sanayi miktarlarını görmezden gelmiştir. Devlet İstatistik Enstitüsü’nün yedi cilt olarak yayımladığı Tarihi İstatistikler serisinden çıkan istatistikleri incelemediği gibi Vedat Eldem, Gündüz Ökçün ve Haydar Kazgan’ın envanter çalışmalarını da değerlendirmeye almamıştır. İtiraz ettiğim her konuya bu yazıda değinmem mümkün değil fakat kitabın temel iddialarından biri olan ve bugüne örnek gösterilen yapısal reformlar kısmını öncelikle değerlendirmem şarttır.

Yazarın, 1923-1938 yılları arasındaki inkılapları gerçek yapısal reformlar olarak tanımladığını görüyoruz (Eğilmez, 2018:135). Her şeyden önce ilgili dönemdeki rejim demokrasi değildir. Kurumsal bir muhalefetin bulunmadığı bir tek parti hakimiyeti mevcuttur. Tarihsel olaylara bakıldığında Atatürk’ün demokrasiyi getirmeyi planladığı fakat fırsat bulamadığı anlaşılmaktadır. Dolayısıyla yazar, içinde demokrasi olmayan yapısal reformlardan bahsetmektedir. Aynı zamanda yazar, Cumhuriyet dönemindeki bazı adımları yapısal reform olarak tanımlarken bu adımların Osmanlı’daki öncülerini sanki yoklarmış gibi görmezden gelmektedir. Örneğin; Cumhuriyetin ilanını yapısal reform olarak tanımlarken ilk kez serbest ve genel seçimleri içeren Meşrutiyet deneyimini görmezden gelmektedir. Üstelik Osmanlı Devleti’nin Meşrutiyet yönetiminde var olan güvenoyu mekanizması, bugün 2021’in Türkiye’sinde bile yoktur. 1924 yılında eğitimin zorunlu hale getirilmesini yapısal reform olarak sayarken, ilk mekteplerin kız ve erkek çocuklar için 1876 yılında Kanunu Esasiye’nin 15. maddesi ile anayasal zorunluluk haline getirildiğini değerlendirmeye almaması; 1926 yılında medeni kanunun yürürlüğe girmesini sayarken, 1840 yılında ceza kanununun, 1850 yılında ticaret kanununun, 1863 yılında deniz ticaret kanununun yürürlüğe girmesini görmezden gelmesi; 1925 yılında Danıştay’ın kurulmasını sayarken, 1868 yılında Danıştay görevi üstlenen Şura-ı Devlet’in kurulmasını saymaması oldukça ilginçtir. Fakat hepsinden daha ilginç bulduğum ise Anadolu Demiryolu Şirketi’nin ve Haydarpaşa Limanı’nın satın alınarak millileştirilmesini yapısal reform olarak saymasıdır. Yazara buradan sormak isterim; bildiğimiz uluslararası ekonomi kuruluşlarından hangisi özel teşebbüsün elinde olan bir şirketin kamulaştırılmasını bir yapısal reform hamlesi olarak tanımlamaktadır? Türkiye’ye devletçilik ekonomi politikasını öneren bu yaklaşım, milli tarih tezinin desteksiz savunusundan başka bir şey değildir. Yazarın, bu başlığın son paragrafındaki değerlendirmesi ise ibret vericidir: “Başka yerlere bakmaya, yabancılara sorup öğrenmeye gerek yok. Çünkü yabancılar yapısal reformları büyük ölçüde Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarındaki bu atılımlardan öğrendi.” (Eğilmez, 2018:136). Yönetimde meclis idaresini, hukukta kanunlaşmayı, Danıştay’ın yürürlüğe girmesini ve benzerlerini Batı’nın Türkiye’den öğrendiğini iddia etmek en hafif deyimle gülünçtür.

Yazar, Köy Enstitüleri’nin kurulmasını önemli bir girişim olarak tanımlıyor (Eğilmez, 2018:37). Bu iddia milli tarih teziyle paralel yönde ve çok da yaygın olan bir görüştür. Kitap boyunca sanayileşmenin gerekliliğini vurgulayan ve Osmanlı’nın sanayileşme eksiğini eleştiren yazar, Köy Enstitüleri’nin önemini vurgulayarak kendiyle çelişmektedir. Türkiye’nin kalkınma problemine karşı, tarım ve köycülüğü önceleyen bir eğitim metodunun oluşturulması, sanayileşme ve kentleşmenin henüz dönemin yöneticilerinin ufkunda olmadığını göstermektedir. Sanayileşmenin önemini üstüne basarak vurgulayan yazar, acaba Türkiye’ye tarım temelli bir eğitim modeli mi önermektedir? Bu enstitüler kapatılmasaydı Türkiye nüfusunun kentleşme oranlarına bakıldığında, talep görmeyen bir eğitim kurumuna dönüşeceği de ortadadır. Aslında Köy Enstitüleri, ekonomik kalkınma amacını değil, toprak reformuyla birlikte devrimi kırsala yayabilmek için oluşturulmuş siyasal amaçlı mekanizmalardan biridir.

Yazar Ak Parti’nin Yap-İşlet-Devret uygulamasını eleştirmek için Osmanlı döneminin Yap-İşlet-Devret uygulamasını gündeme getirmektedir. Şöyle demektedir; “…dış borçlanma, yap işlet devret gibi Osmanlı’nın başvurup da iflasa kadar gitmesine yol açan yollara yeniden ve büyük bir hevesle girdiler.” (Eğilmez, 2018:149). Bu konuda kitabın yazarına sormak isterim. Osmanlı devrinde uygulanmış kaç tane yap-işlet-devret uygulamasını bilmektedir? Hangi yap-işlet-devret uygulamasının Osmanlı maliyesini iflasa götürdüğünü örnekleyebilir? Yap-işlet-devret uygulaması, kamu hizmetlerinin özel şahıslara gördürülme yöntemidir. Böylelikle kamu kaynakları kullanılmadan kamu hizmetleri sağlanmış olur. Yazar, Osmanlı’daki yap-işlet-devret uygulamalarının çoğunlukla belediye hizmetlerinde uygulandığını göz ardı etmektedir (ya da bilmemektedir). Temizlik, aydınlatma, şehir içi toplu taşıma, su, kanalizasyon gibi belediye hizmetleri Osmanlı idaresindeki belediyelerde yap-işlet-devret modeli ile idare edilebilmektedir. Bunun nedeni; büyük bir coğrafyaya sahip olan Osmanlı Devleti’nin her bölgenin kamu ihtiyaçlarına ayırabilecek kadar kaynağa sahip olmaması ve yerel belediyelerin de oldukça kıt kaynaklarla idare edilmek zorunda kalmasıdır. Örneğin; Osmanlı’da Trabzon belediyesinin temizlik işlerini yap-işlet-devret modeli ile özel kişilere gördürmesinin Osmanlı maliyesine etkisi yazarın iddia ettiğinin aksine olumlu yöndedir. Çünkü kamu kaynakları kullanılmadan kamu hizmetleri sağlanmış olmaktadır. Yazarın bilgi eksikliğinden ve literatürü düzgün taramamasından dolayı karıştırdığı şey, Osmanlı’da yap-işlet-devret modeli uygulanırken bugünkü gibi hazine garantisinin verildiğini zannetmesidir. Osmanlı döneminde herhangi bir belediyenin temizlik işleri gibi kamu hizmetleri yap-işlet-devret modeli ile özel şahıslara gördürülürken hazine garantisinin verildiğine bir iktisat tarihçisi olarak hiç karşılaşmadım. Kendisi Osmanlı arşivinde bu yönde bir kayda rastladıysa da bunu görmek isterim. Fakat bu yönde bir kanıt, kitabında bulunmamaktadır. Böylece yazarın yap-işlet-devret modeli hakkında, bugün ile Osmanlı arasında kurduğu bağ hatalıdır. Ayrıca hatalı analojilerle anlatılan yap-işlet-devret modelinin 1980’lerde de tartışıldığını ve uygulandığını gözden kaçırmaktadır. Benim bildiğim kadarıyla yap-işlet-devret modeli ile ilgili ilk düzenleme 1984 yılında 3096 sayılı elektrik üretimi, iletimi, dağıtımı ve ticareti isimli kanundur. Ardından 1988 yılında 3465 sayılı otoyol yapımı, bakımı ve işletilmesi isimli kanun ve 1994 yılında da 3996 sayılı bazı yatırım ve hizmetlerin yap-işlet-devret modeli çerçevesinde yaptırılması hakkında kanun çıkarılmıştır. Yazar bu dönemlerde Maliye’de ve Hazine’de çalışmış olmasına rağmen bunlardan hiç bahsetmemektedir. 1980 sonrasında Maliye’de ve Hazine müsteşarlığında görev yapan yazarın 1980-2001 dönemini bu kurumlardaki deneyimlerini anlatarak yazacağını beklerken hayal kırıklığına uğradığımı da söylemeliyim. Üç buçuk sayfada anlatılan bu dönemin bir sayfasının yine Osmanlı Devleti’ne ayrılması konuyu yetersiz olduğu kadar dağınık da anlatmasına başka bir örnektir. Zaten 1980-2001 dönemini Üç buçuk sayfada anlatan yazarın bu dönemdeki yap-işlet-devret kanunlarından bahsetmemiş olması da şaşırtıcı değildir.

İlgili kitapta Türkiye toplumuna dair çok ilginç sosyolojik analizler de vardır. Örneğin; Taşralıların, demokrasi, düşünce özgürlüğü, yargı bağımsızlığı, bilimsel eğitim, laiklik, hukukun üstünlüğü gibi konularla pek fazla ilgisi yoktur. Daha çok iş bulup bulamadığı, evine ekmek götürüp götüremediği gibi temel sorunlarla ilgilidirler. (…) Kentsoylular için demokrasi, düşünce özgürlüğü, yargı bağımsızlığı, bilimsel eğitim, laiklik, kadın erkek eşitliği gibi konular en az iş bulup bulamadıkları, eve ekmek götürüp götüremedikleri kadar önemlidir.” demektedir (Eğilmez, 2018:176).  Rize’de çay toplayan köylünün, Adana’daki pamuk işçisinin düşünce özgürlüğünü, yargı bağımsızlığını vb. önemsemediğini iddia etmek için meseleye son derece kabaca ve köktenci yaklaşmak gerekir. Bununla birlikte Ak Parti iktidarını birden ortaya çıkan esnaf iktidarı olarak tanımlamaktadır (Eğilmez, 2018:157-159). Bu köktenci ve kabaca değerlendirmeyi yapan yazara sormak isterim. 2002’den günümüze kadar milletvekilleri, bakanlar ve karar alma mekanizmalarında bulunan insanların kaç tanesi esnaftır? Şayet esnaf iktidarı söz konusu ise Osmanlı’dan beri varlığını sürdüren İstanbul’daki Mahmutpaşa esnafının 2000’li yıllarda zenginleşmesi, en refah içinde olan sınıf olması gerekmez miydi? Piyasaların iç dinamiklerini biraz bilen herkes 2000’li yıllarda esnafın üretimde ölçek arttıramadığı için maliyetlerini düşüremediğini, rekabetle başa çıkamadığı için eridiğini, dükkân kapattıklarını ve değil iktidarda olmak giderek zayıfladığını bilmektedir. Bir iktisat tarihçisi olduğumdan yazarın bu tarzdaki iddialarını daha fazla yorumlamayı Türkiye toplumunu inceleyen sosyologlara bırakmayı tercih ediyorum.

Sonuç: Değişim Sürecinde Türkiye’nin Değişmeyen Anlatısı

Yazar, “Tarihini doğru okuyamayan kuşaklar, gün gelir o tarihi başkalarından dinlemek zorunda kalırlar” demiştir (Eğilmez, 2018:151). Fakat yazarın da Türkiye’nin ekonomi tarihini doğru düzgün okumadığı kaynakçasının yetersizliğinden bellidir. Osmanlı Devleti’nden (nedense Osmanlı’nın da sadece 1850’lerden sonrasını ele almıştır.) günümüze kadar gelen bu geniş dönemi değerlendirirken literatürü yeterince taramadığı için birçok önemli konuyu değerlendirmeye almamış ve birçok önemli konuda ezbere bilinen, kanıtı bulunmayan yanlış yorumları tekrarlamaktan öteye gidememiştir. Bu iddianın aksine Türkiye’nin tarihini Bernard Lewis, Feroz Ahmad, Eric Jan Zurcher, Donald Quataert ve Stanford Shaw gibi başkaları dediği yabancı yazarlardan okumak da bizlere yeni bakış açıları kazandırabilir.

Dolayısıyla bu kitap; Türkiye’deki değişim sürecini anlatmak gibi iddialı bir işe girişirken Osmanlı yönetimi kötüydü, yeni rejim iyiydi diyebilmek için taraflı bir şekilde örneklerini seçen, yapısal reform adı altında köktenci modernleşmeyi öneren, Osmanlı Devleti’nin hatalarını yanlış yerde arayan ve milli tarih tezinin söylediklerini kötü bir şekilde tekrarlayan bir çalışma olmaktan öteye geçememiştir. Bu kitabın da temel aldığı Türk Tarih Kurumu’nun resmi tarihi ve Tarih Vakfı’nın sol yorumlu tarihinin yanında belki de artık üçüncü bir yoruma yani liberal bir tarih ekolüne de ihtiyaç vardır.

Cihan Güneş

Kaynaklar

Akalın, G. (2010). Cumhuriyet Dönemi Ekonomi-Politik Tarihin Liberal Yorumu, Orion Kitapevi.

Eğilmez, M. (2018). Değişim Sürecinde Türkiye: Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Sosyo-ekonomik Bir Değerlendirme, Remzi Kitapevi.

Güneş, C. (2021). 19. Yüzyılda Karadeniz Ticareti: Kurumlar ve Organizasyonlar, Efil Yayınları.

Koraltürk, M. (2011). Erken Cumhuriyet Döneminde Ekonominin Türkleştirilmesi, İletişim Yayınları.

Krugman, Obstfeld, Melitz, (2012). International Economics, Theory and Policy, Addison-Wesley.

Kütükoğlu, M. (1998). Hayriye Tüccarı, TDV İslam Ansiklopedisi, Cilt 17, s.64-65.

Pamuk, Ş. (1995), 19. Yüzyılda Osmanlı Dış Ticareti, Tarihi İstatistikler Dizisi, Cilt 1, Devlet İstatistik Enstitüsü Yayınları.

 

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et