Susurluk olayı tartışmalarında, yönetimde, siyasette, medyada yer alan geniş bir grubun deşifre edilen antidemokratik, totaliter devlet anlayışlarını eleştirenler, buna çoğunlukla ‘kutsal devlet anlayışı’ adını uygun gördüler. Ülkücü kesimden bazıları da Türk milletinin başka milletlerden farklı olduğunu, Türk siyasi geleneğinin totaliter- kutsal devlet anlayışına dayandığı ifadesiyle bunlara katıldılar. Böylece Türk tarihini de geleneğini de pek bilmedikleri anlaşılmış oldu.
Siyasi edebiyatta ‘kutsal devlet’ telakkisi, kilisenin siyasi alanda da en etkin güç haline geldiği feodal ortaçağın telakkisidir. Son iki yüz yılın antidemokratik totaliter devlet anlayışı ise, 18. Yüzyılın “aydınlanmacı despotizm’ine, Jakobenizme, Hegelci felsefeye, bir bölüm reaksiyoner muhafazakâra, İtalyan ve Alman milli birlik hareketlerinin geliştirdiği ‘integral milliyetçiliğe’ dayanır. Yirminci yüzyılda bunların hepsi faşist nazist devlet anlayışıyla bütünleştirilmişlerdir. Bu sebeple, günümüzde, devleti metafizik bir üstün şahsiyet olarak gören, denetim dışı menfaat, irade ve mutlak egemenlik alanına sahip olacağını varsayan, antidemokrat totaliter devlet anlayışını, kutsal değil, faşist devlet anlayışı olarak tanımlamak gerekir.
Ülkücüler davul zurnayı ‘Türk çalgısı’ sandıklarında yanılmışlardı
Faşizmin tanınmış ideoloğu Giovanni Gentile, faşist devlet anlayışını Hegel’e bağlar. ‘Antidemokratik Düşünce Şekilleri’nin tanınmış yazarı David Spitz’den aktardığımız ve Hegelci devlet anlayışını özetleyen aşağıdaki cümleler, Susurluk olayı dolayısıyla da devlet tanımlarını açıklayan pek çok siyasimizin, yazarımızın devlet anlayışlarına ülkücülerin savundukları görüşe çok yakındır.
Hegel’e göre “Devlet bir araç değil, bizatihi amaçtır. Devletin kendine mahsus şahsiyeti iradesi, içte ve dışta mutlak hâkimiyeti vardır. Ferdin en yüksek vazifesi devletin tebası olmaktır. İnsan kendisini devlete teslim etmekle şahsiyete kavuşmuş olur. Hukuku devlet yaratır. Bu sebeple insanların devlete karşı hakları ve özgürlükleri yoktur, ancak görevleri vardır”. Hegelci devlet anlayışının belki Alman toplum geleneğiyle ilgisi vardır, ama Türk gelenek ve tarihiyle ilgisi yoktur.
Antik Grek formu veya Magna Carta göz ardı edildiğinde, çağdaş demokrasinin pozitif siyasi alanda son iki yüz yıl içinde oluştuğunu söyleyebiliriz. Tabiatıyla, herhangi bir toplumun eski geçmişinde bugünkü anlayışa uygun demokrasinin bulunmadığı da açıktır. Karşılaştırmalı olarak incelediğimizde, eski Türk devlet geleneğinin, çağdaş demokrasiyi gerçekleştirmiş pek çok toplumun geçmişine göre daha demokratik olduğunu söylememiz mümkün bulunmaktadır.
Yaklaşık bin beş yüz yıl önce Göktürk kağanları Bilge, Kültigin, Orhun Kitabelerinde birer monark üslubuyla da olsa, iktidar dönemlerinin hesabını halka verirler. Kitabelerden, Göktürk devlet düzeninin merkeziyetçi olmayan, feodal- federatif nitelikte olduğu anlaşılmaktadır. Diğer eski Türk devletlerinde de kağan veya hakanı sınırlandıran kurul, kurultay geleneğinin olduğu genel olarak kabul edilmektedir.
‘Ferman padişahın dağlar bizimdir’
İslam âleminde on birinci yüzyıldan itibaren Türk önderliği dönemini başlatan Selçukluların hilafeti Abbasi ailesinde bırakmak suretiyle siyasi gücü dini otoriteden ayırıp bu suretle sınırlandırdıkları malumdur. İslam aleminde bu anlayış, on altıncı yüzyıla, Çerkez Memluklularının sonuna kadar sürmüş Osmanlı’da ortadan kalkmıştır.
Anadolu Türklüğünün öncüsü olan Türkmenler, Anadolu’ya Malazgirt harbinden önce sulh yoluyla gelip yerleşmeye başlamışlardır. Anadolu’da sevgi, adalet, saygı temelinde gönül birliğini kurabilmişlerdir. Bu yolla Anadolu’yu yurt edinebilmişlerdir.
Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan kısa bir süre sonra Osmanlı’da egemenlik devşirmelerin eline geçmiş, II. Murat zamanında devşirme- kapıkulu egemenliği kesinleşmiş, Fatih’ten itibaren de devletin üst yönetiminde Türk kalmamıştır.
Devşirme – kapıkulu hâkimiyeti, Anadolu Türkünü yönetime katılma hakkının mücadesine yönlendirmiş. II. Beyazıt – Cem Sultan çatışmasıyla tırmanan bu mücadele, sonraki yüzyıllarda Türkmenlerin ‘Celali İsyanları’ ile sürmüştür. Türkmenin yönetime katılma mücadelesi, devşirme Kuyucu Murat’ın sonsuz vahşetiyle sindirilebilmiştir.
On dokuzuncu yüzyılda Avşar Türkmeni Dadaloğlu’nun haksızlığa karşı kükremesi Türkün devlet anlayışının vecizesidir.
“Ferman padişahın, dağlar bizimdir”.
Türkiye’de, 1946’dan itibaren çok partili seçimlerin sonuçları, köyleri esas almak suretiyle, etnik kimliklere göre değindirilirse, daima muhalefetin en büyük desteği ‘etnik Türklerden, Türkmenlerden gördüğü anlaşılır.
Ülkücü dostlarımız, yakın zamana kadar, davul-zurna’yı, Orta Asya’dan gelmiş Türk çalgısı sandıklarında yanılmışlardı. Bugün de Avrupa’dan intikal etmiş olan faşist eğilimleri Türk devlet geleneği sanmakla yanılıyorlar.
Belki de gerçek Türk’ü tanımıyorlar. Doğru karşılaştırma yapılırsa, dünyada hangi etnik grubun eski toplumsal düzeni, devlet anlayışı daha demokratikse, Türkünkü de en azından onunki kadar demokratiktir. Faşizme Türk geleneğinde destek bulunamaz.
Türkiye’nin iç ve dış sorunlarının tamamı, ‘yeniden yaratmacı’, üniformist ‘kapıkulu’ zihniyet ve geleneğinden kaynaklanmaktadır. Türkiye halkı bu geleneği aşacaktır.
Türkiye’nin nüfusu, yalnız ‘etnik Türklerden ibaret değildir. Büyük imparatorlukların mirasçısı olan bazı diğer devletlerde olduğu gibi Türkiye de kültürler, ırklar, etnisiteler mozaiği halindeki coğrafyalardandır. Bu durum, Türkiye’nin birliği, dirliği, demokratikleşmesi için engel değildir.
Osmanlı’nın yönetici – kapıkulu sınıfı, değişik ırklardan dinlerden devşirilip, kökenleriyle ilgisi kesilmiş ve ‘üniformlaştırılmış’ yeniden yaratılmış’, benzeri olmayan kendine özgü bir sınıftı. Vak’ayı Hayriye’den sonra bu sınıf fiziken ortadan kaldırılmış, ancak geleneği, anlayışı, ‘insiyakı’ kalmıştır. Yirminci yüzyıl boyunca ‘kapıkulu insiyakı’ ve mantığı ile yalnızca yönetici sınıfın değil, halkın tümünün ‘üniformlaştırılması’ politikası benimsenmiş, dayatılmıştır. Batı’da gelişmiş siyasi modeller de bu ‘insiyak’ çerçevesinde taklit edilmiş veya bu insiyakla uzlaşanları benimsemiş çoğunlukla da revize edilerek uygulanmıştır.
Toplumun üniformlaşması
Türk ‘integral milliyetçiliği’ aynen devşirme geleneğinde olduğu gibi insanların tevarüs ettikleri kimliklerinden koparılarak, siyasi gücün belirlediği yeni bir kimlikte toplanmalarının dayatılması, böylece tüm toplumun yeniden üretilerek üniformlaştırılması biçimindedir. Belki de bu hedefi en az biçimde, Onuncu Yıl Marşı’nın, 1933’te nüfusumuzun tamamı olan 15 milyonu kasteden, ‘On yılda on beş milyon genç yarattık her yaştan’’ cümlesi ortaya koyar. Tüm toplumun üniform biçimde ‘yeniden yaratılması’ kapıkulu gelenek ve mantığına uygundur. Bunun yapılabilmesi için en uygun devlet anlayışı faşist devlet anlayışıdır. Faşizm gibi ‘kapıkulu zihniyeti’ de bin beş yüz yıldır bilinen gerçek Türk geleneğine aykırıdır.
Türkiye’nin iç ve dış sorunlarının tamamı, Mevlana’ya, Yunus Emre’ye, Hacı Bektaş Veli’ye dergâh hazırlamış gerçek Türk geleneğinden değil, ‘yeniden yaratmacı’ üniformist ‘kapıkulu’ zihniyet ve geleneğinden kaynaklanmaktadır.
Türkiye halkı, kapıkulu geleneğini aşacak ve Türkiye ondan sonra dünyanın lider ülke ve devletler safında yerini alacaktır.
12 Şubat 1997, Radikal Gazetesi