Biliyorsunuz geçen hafta Ahmet Türk’e yapılan saldırıdan sonraki ikinci yumruk vak’asını yaşadık. Boksörlük kariyeri de bulunan bir beden eğitimi öğretmeni, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı’nın burnunu kırdı. Sıkılmış eli havada süzülürken de saldırısının sebeb-i hikmetini şöyle açıkladı:
“Bu, Türk milletinin yumruğu! Al sana açılım!”
Bu lafın üzerine şöyle bir durup düşünmek lazım. Çünkü önemli bir laf. Çünkü sadece bu asabi boksörün değil, aynı zamanda bazı devlet büyüklerimizin de zihniyetini çözümlemeye (ve ipliğini pazara çıkarmaya) yarıyor.
Aslında yapılan şey basit: Saldırgan, kendi ideoloji ve eylemini ve “Türk milleti”ne atfediyor ve böylece hak etmediği bir meşruiyet kazanıyor. Oysa “Türk milleti”ni (yahut “Türkiye milleti”ni deyin, nasıl isterseniz) oluşturan 70 küsur milyon bireye “açılım nedeniyle bir bakana yumruk atılsın mı” diye sorulsa, kuşkusuz herkes “evet” demez. En azından AK Parti’ye oy veren milyonlarca insan var, herhalde onlar karşı çıkar. Muhalefete oy verenlerden bile epey bir kısmının “yok canım, o kadar da değil” diyeceğini tahmin ediyorum. (Umarım çok saf değilimdir.)
Eğer söz konusu saldırgan “bu, Türk ulusalcılarının yumruğu” yahut “bu, Facebook’taki Yılmaz Özdil hayranları grubunun sillesi” gibi bir şey demiş olsaydı, kuşkusuz daha dürüst davranmış olurdu. Ama böylesi dar bir ideolojik kesim nere, koskoca “Türk milleti” nere… İkincisine yaslanmak, elbette çok daha karizmatik.
Bu kıssadan çıkan hisse ise şu: Böyle sahte karizmalara aldanmamak ve “Türk milleti adına” ortaya çıkıp kendi ideolojilerini dayatan tiplere pabuç bırakmamak lazım. Bu tipler, millet egemenliğini “temsil” değil, sadece ve sadece “gasp” ediyor.
Türk siyasi tarihi ise bu açıdan epey trajik. Çünkü bakıyoruz ki birileri defalarca “Türk milleti” adı
na iktidara el koymuş, hatta işledikleri suçları doğrudan yine bu milllete mal etmişler.
Mesela, “Türk milleti”nden en çok oy almış başbakanı suçsuz yere astıran bir “katiller sürüsü”nün hazırlattığı 1961 Anayasası, hiç utanıp sıkılmadan, “27 Mayıs 1960 devrimini yapan Türk milleti”nden söz ediyor.
1982 Anayasası ise, “Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin, milletin çağrısıyla gerçekleştirdiği 12 Eylül 1980 harekâtı” diye başlayarak kendini yazdıran işkencecilere hayali bir “millet çağrısı” meşruiyeti yaratıyor.
Bunlar, darbeciler. Bir de vesayetçiler var. Bu ikinci grup, birinciler tarafından yapılıp da “ya kırk katır, ya kırk satır” hesabı topluma dayatılan anayasalarda kendilerine verilen yetkiye dayanarak (ve hatta onu bile genişleterek) yine “Türk milleti” adına ahkam kesiyor.
Şu günlerde sıkça duyduğumuz “efendim, millet, egemenliğini sadece meclis değil, aynı zamanda yargı eliyle de kullanır” lafının altında bu “egemenlik gaspı”nı sürdürme çabası yatıyor.
Tabii ki yargı da millet iradesinden güç alır, ama bunun sözde değil, “demokratik meşruiyet” yoluyla “özde” olması lazım.
Oysa bizde sadece sözde.
Öyle ya, mesela “Türk milleti” “laikliğin ne olduğunu tanımlama hakkı”nı ne zaman lütfedip de Anayasa Mahkemesi’ne verdi ki?
Ya da ne zaman “sizin yaptığınız ve başörtülülere üniversiteyi bile çok gören otoriter laiklik tanımını kabul ediyoruz” dedi?
Aksine, milletin seçilmiş 550 temsilcisinden 411’i bu tanımı değiştirmeye kalktı da, başlarına gelmeyen kalmadı.
Çünkü Türkiye’nin düzeni, “Türk milleti”nin değil, onun iradesini gasp edenlerin egemenliği üzerine kurulu.
Ve işte bunların lümpen olanı sokakta yumruk, “seçkin” olanı da devlet katında parmak sallıyor, milletin seçilmiş temsilcilerine…
Star, 26.04.2010