Geçenlerde email kutuma öfkeli bir mesaj düştü. Epey “Türkçü” olduğu anlaşılan bir okur, beni “Kürtlerin gerçek yüzünü gizlemekle” suçluyor, sonra da uzun bir “Kürt isyanları listesi” veriyordu. Buna göre Kürtler 19. Yüzyıl ortalarından beri sürekli isyan ederek, Osmanlı’ya ihanet etmiş, “Kürdistan kurmak” için Türk kanı dökmüştü.
Oysa Türk ırkçılarının nefret dolu duygularını okşayan bu tablo, gerçeklere pek uymuyordu.
Evet, Osmanlı’nın son 80 yılı içinde bir dizi “Kürt isyanı” çıkmıştı, ama bunların hiçbiri “Kürtçü isyanı” değildi. Bir başka deyişle, isyan edenler, Osmanlı’dan koparak bir “Kürt devleti” kurmak için ayaklanmamıştı. Mesele, Tanzimat’la birlikte başlayan merkezileşme programına ve özellikle de getirilen yeni vergilere ve merkezden atanan yöneticilere gösterilen tepkiydi. Kaldı ki, Prof. Dr. Musa Çadırcı’nın “ Tanzimat Dönemi’nde Anadolu Kentlerinin Sosyal ve Ekonomik Yapıları” başlıklı kitabında anlattığı gibi, bu tepki sadece Kürt beldelerinde değil, imparatorluğun başka yerlerinde de ortaya çıkmıştı. Örneğin Trabzon’dan gelen şiddetli tepkiler karşısında, şehrin önde gelenlerinin “ öteden beri vergi vermemeye alışmış olmaları”nı gözönünde bulunduran Osmanlı hükümeti Tanzimat reformlarını ertelemek zorunda kalmıştı.
Bu dönemdeki “Kürt isyanları” ise hem ayrılıkçı değildi, hem de Kürtler arasında bile sınırlıydı. Nevzat Kösoğlu’nun da geçenlerde Star’da yayınlanan söyleşisinde belirttiği gibi, Bedirhanlıların bir oğlunun ayaklanmasının ardından aşiretin ileri gelenleri İstanbul gazetelerine ilan vermişti, “ Bu haininin aşiretimizle ilgisi yoktur” diye. Osmanlı’nın Hilafet makamı, dindar Kürtler için inkar edilemez bir otoriteydi. 19. Yüzyıl Kürt isyanlarının en büyüğünün lideri Şeyh Ubeydullah dahi “benim derdim paşalarla, ama Halife’ye bağlıyım” diyordu.
Bu sadakati en iyi değerlendiren, II. Abdülhamid oldu. Bilge Sultan, Kürt ileri gelenleriyle kişisel yakınlık kurdu, onların çocuklarını İstanbul ve Bağdat’ta kurduğu aşiret mekteplerinde okuttu. Güneydoğu’ya gezici öğretmenler ve vaizler göndererek eğitimi yaygınlaştırdı. Bölge halkının Sultan’a “ Bav ê Kurdân” yani “Kürtlerin babası” demesi bundandı. Yine Sultan Abdülhamid’in Kürtler arasında kurduğu Hamidiye Alayları ise Osmanlı ordusuna büyük hizmetlerde bulundular. Doğu’da Ruslar ve Ermeni çeteleriyle savaştılar. 1909 yılında “ Aşiret Alayları”, 1912’de ise “Aşiret Süvari Fırkaları” olarak yeniden isimlendirilerek, Balkan Savaşları’na dahi katıldılar.
Kurtuluş Savaşı yıllarına gelince de durum değişmedi. Mustafa Kemal Paşa, sonradan geliştireceği “Türkçü” dilin aksine alabildiğine Osmanlıcı-İslamcı bir dil kullandığı için Kürtleri kazanabildi. Hakimiyet-i Milliye gazetesinin 5 Mayıs 1920 tarihli sayısında yayınlanan ve “Halife’nin esaret ve hakaretten kurtulmasını” savunarak Milli Mücadele’yi destekleyen fetvayı imzalayanlar arasında; Diyarbakır, Urfa, Hizan, Bayezid, Diyadin, Hınıs, Siverek, Viranşehir, Bitlis, Silvan, Van gibi Kürt yoğunluklu bölgelerin müftülerinin de isimleri yer alıyordu. Hatta Diyarbekir Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin reisi olan Cemilpaşazade Mustafa Bey, Mustafa Kemal’in “ Mehdi” olduğuna inanmış ve bu fikri yayar olmuştu.
Kürtler bu anlayış içinde Kurtuluş Savaşı’nı gönülden desteklediler. İsmet İnönü’nün yıllar sonra belirttiği gibi, “Kürtler… Milli Mücadelenin devamınca canla başla gayret gösterdiler.” (İsmet İnönü, Cumhuriyet’in İlk Yılları, c. I, s.72)
Peki ya Sevr? Oradaki “Kürdistan” maddesi neyin nesiydi?
O da bir sonraki yazıya kalsın.
Star, 23.09.2009