Bir “ıslak imza” ile iyice ayyuka çıkan “irticaya karşı eylem planı”, ne kadar tuhaf bir ülkede yaşadığımızı bize bir kez daha gösteriyor.
Bu işin “sonuna kadar gidilmesi” ve sorumlu subayların, her ne kademede iseler, sivil yargı önünde hesap vermesi gerektiği apaçık ortada.
Ancak karşımızdaki problem bundan da büyük. Çünkü sorun, o bildik “çürük elma” ve “münferit vaka” edebiyatına sığamayacak kadar derin ve vahim. Çünkü eğer bir ordunun içinden yarım yüzyıl boyunca ikide bir darbeciler, işkenceciler, andıççılar ve “psikolojik harekat”çılar çıkıp duruyorsa, mesele o ordudaki bir takım tekil şahıslar değil, hakim zihniyettir.
Bu zihniyetin özeti de şudur: TSK, demokratik bir ülkede olması gerektiği gibi, sadece ülkeyi dış tehditlerden koruyan profesyonel bir ordu değildir. TSK, o işi de yürütmektedir tabii (ve buna hepimiz minnettarız) ama bir de ülke içinde belirli bir siyasi/felsefi ideolojinin “ bekçiliğini” yapmaktadır. Ilımlı versiyonu Deniz Baykal’ın CHP’si, sert versiyonu da Doğu Perinçek’in İşçi Partisi tarafından temsil edilen bir ideolojidir bu.
Gelin, size bu “sert versiyon” ile TSK bünyesinde nasıl karşılaştığıma dair ufak bir hatıramı anlatayım.
***
Ben hayatımda kışla kapısından iki kez girdim. İlkinde sekiz yaşındaydım. 12 Eylülcülerin tutukladığı babamı tel örgüler arasından on dakika olsun görebilmek için Mamak Askeri Cezaevi’ne gitmiştim. Nazi kampı gibi bir yerdi.
Aradan 20 sene sonra, 2000 Temmuzunda, bu kez kısa dönem askerlik yapmak için Samsun’daki “Sahra Sıhhiye ve Eğitim Merkezi Komutanlığı”na gittim. Başımızdaki general, meşhur Osman Doğu Silahçıoğlu idi.
Günlerden bir gün, “toplanın, paşa size konferans verecek” dediler. Biz erler de biraz “rap rap” yürüyüp salona vardık, başladık Silahçıoğlu’nu dinlemeye.
Lafa, İslam öncesi Şamanist Türklerin ne kadar “ileri” ve “çağdaş” bir millet olduğunu anlatarak girdi.
Sonra İslamiyet’e girişti. Kur’an’ın peygamber tarafından “derlenmiş” bir kitap olduğunu ima etti. Turan Dursun, Erdoğan Aydın, İlhan Arsel gibi anti-İslami yazarlardan alıntılar yaparak İslam’ın ne kadar “karanlık” bir din olduğunu anlattı.
Sonra sıra Osmanlı’ya geldi. Çoğu “Rum çocuğu” olan padişahların Türkleri ezdiğini, zaten Osmanlı İmparatorluğu’nun “Türk ulusal bilinci”ne vurulmuş bir zincir olduğunu savundu.
Paşa, üç saatten fazla süren konferansın sonunda da, Şamanist temalar taşıyan bir “toplu yemin” ettirdi, salondaki bine yakın askere.
Tüm bunları dinlerken “vay be” dedim kendi kendime. “Bizim halk hâlâ, saf saf, ‘peygamber ocağı’ filan sansın, burası çok acayip bir yer.”
***
Silahçıoğlu paşanın tüm TSK’yı temsil ettiğini düşünüyor değilim. Öte yandan, generallerin kişisel olarak Şamanist, Budist, ateist filan olmaları da beni hiç ilgilendirmez.
Anlattığım olaydaki vehamet, açıkça “anti-İslami” olan bir ideolojinin, bir TSK generali tarafından silah altındaki erlere empoze edilmesiydi. Bu, TSK içinde “uç” bir tutum olsa da, bu ucun orada serbestçe “endoktrinasyon” yapabilmesi, “merkez”in durumuna dair de bir fikir veriyor. Dediğim gibi, “uç”taki sert versiyon İşçi Partisi’nin ideolojisine karşılık geliyorsa, “merkez”i oluşturan ılımlı versiyon da CHP’nin ideolojisine denk düşüyor.
Mesele, TSK’nın, bu totaliter rejimlere has “ideolojik ordu” kimliğinden kurtulmasıdır. Aksi halde, ideolojisine aykırı düşen siyasi partileri ve toplumsal kesimleri “iç düşman” olarak görmeye devam eder.
Böyle olunca da, topluma karşı “eylem planları” bitmez.
Toplumun en az yarısını oluşturan “iç düşmanlar” da, “bizi, kendi vergilerimizle finanse edilen bu ordudan kim koruyacak” diye kara kara düşünmeye başlar.
Star, 02.11.2009