İnsanoğlu bir bütünün bir parçasını ifade etmek için parça anlamında “parti” kelimesini kullanır. Kendinden başka herhangi bir farklı parça olmamasına ve adeta kendisinin bir bütün oluşturmasına rağmen siyasal sistem içerisinde varlık gösteren partilere neden “Tek Parti “ denir? “Tek” Parti olur mu? Bir Parça “tek” ise o zaman o, zaten bütün/total olarak değerlendirilmez mi? Öyle zannediyorum ki bu durum siyasi terminolojinin kısıtları ile alakalı bir husustur. Biz de bundan dolayıdır ki Türk siyasal yaşamında, kuruluştan çok partili hayata geçiş zamanına kadar olan döneme Tek Parti Dönemi demekteyiz. Peki, Tek Parti nasıl olunur? Bunu anlayabilmek adına Tek Parti Dönemi’ndeki doktrin ve pratiklerini analiz etmek gereklidir.
Bilindiği üzere, Türkiye çok partili hayata 1945 yılındaki Milli Kalkınma Partisi’nin kurulmasıyla geçmiş ve 1946 yılındaki seçimlerde CHP dışındaki partilerin de seçime katılabilmeleri mümkün olabilmişti. Bu tarihten evvel iki kez çok partili sisteme geçiş denemeleri yapılmak istendiği bilinmekle beraber buradaki niyetin gerçekten demokrasinin bir gereği olarak yeni partilerin kurulmasını teşvik etmek mi yoksa Tek Parti CHP’sinin içindeki güç mücadelelerinin bir sonucu mu olduğu hala oldukça tartışmalıdır. 1925 yılındaki Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve 1930 yılındaki Serbest Cumhuriyet Fırkası deneyimleri hariç Türkiye’de uzun yıllar CHP tek parti olarak Türk siyasal yaşamında yer almıştır. Aslında Tek parti yönetiminin siyasal sistemini anlayabilmek için biraz daha öncesini ele almak lazım gelir.
Osmanlı Devleti’nde özellikle İkinci Meşrutiyetle beraber siyasal ve sosyal alan oldukça hareket kazanmıştı. Birçok parti kurulmuş, muhtelif içerik ve görüşte bir çok gazete ve mecmua neşredilmeye başlanmış ve bunun sonucunda sivil toplum bir hayli canlanmıştı. Altı asırdan beri varlığını muhafaza eden bu devletin, Birinci Dünya Savaşı’ndan yenilgiyle çıkması Anadolu’nun boydan boya işgali ile neticelenmişti. İşgalden kurtularak bağımsızlığa erişebilmek maksadıyla Anadolu’da çok farklı etnisiteden birçok insan aralarında herhangi bir ideolojik ortaklık bulunmasa dahi tek bir gaye etrafında çok hızlı örgütlenebilmişti. Bu yekvücutluğun mücessem halini Birinci Meclis (23 Nisan 1920- 15 Nisan 1923) içinde görebilmek mümkündür. Bu Meclis içinde, muhtelif dünya görüşüne sahip pek çok vekil dünya tarihinde ender görülebilecek bir tesanüd örneği sergilemişlerdir. Buna rağmen ülkenin düşman işgalinden kurtarılması ve bağımsızlığın sağlanması, siyasal iktidarın kimde kalacağı düşüncesini doğurmuştur. Siyasal iktidarın ele geçirilmesi düşüncesi, saltanatın kaldırılması ve buna benzer birçok değişiklik ve ilga hadisesinde birinci gruptan çok da farklı düşünmemesine rağmen mecliste Mustafa Kemal önderliğindeki Birinci Grup’a karşı muhalif ikinci grubun oluşmasına ve gittikçe siyasal iktidardan uzaklaştırılmalarına sebebiyet vermiştir. Lozan’ın imzalanması, Halifeliğin kaldırılması ve irili ufaklı birçok inkılap siyasal iktidarı elinde tutan gücün daha fazla otoriterleşmesine ve savaş yılları meclisinde tohumları atılan, kısmî de olsa ortaya çıkan ifade özgürlüğü ve siyasal çoğulculuğun rafa kaldırılmasına neden olmuştur.
Tüm bunlara rağmen Tek Parti’nin asıl iktidarını hiç şüphesiz 1925 yılunda çıkarılan “Takrir-i Sükun Kanunu” ile başlatmak gerekir. Bu kanunla beraber, memleketin pek çok bölgesinde sıkıyönetim ilan edildi, istiklal mahkemeleri kuruldu ve ifade hürriyeti hemen hemen bütünüyle yok edildi. İktidarın eylemlerine muhalif olmak vatan hainliği ve gericilik olarak nitelendiriliyordu.
Mete Tunçay Eleştirel Tarih Yazıları‘nda bu dönemi anlatırken “Bu dönemde basın özgürlüğünün olmadığını söylemek yetmez. Osmanlı Mutlakiyetinde de basın hükümetin istemediklerini yazamazdı. Ancak Türkiye’nin tek partili döneminde ise basın hükümetin istediklerini yazardı” der. Osmanlı Devleti’ni bir “Ancien Regime” olarak gören yeni devletin kurucuları eski, çağdışı kalmış ve tek bir sülalenin sahip olduğu iktidarı yıkıp, bilimi ve özgürlüğü esas alan yeni devletin yönetimini halk ile paylaşacaklarını ve cumhuriyeti inşa edeceklerini vaat etmişlerdi. Ancak çok kısa bir zamanda ortaya konulan söylemler ve icra edilen eylemler durumun hiç de böyle olmadığını ortaya koymuştu. İki asır evvel ABD Başkanı Lincoln tarafından “Halkın halk tarafından ve halk için yönetilmesi” olarak tanımlanmıştı demokrasi. Oysa bu ortaya çıkan yeni rejimde iktidara gelme ve iktidardan uzaklaşma halkın elinde değildi. Seçime giren tek bir partinin mevcudiyeti, eleştirilemez ve hatadan münezzeh addedilen bir Cumhurbaşkanının varlığı, yenilik, inkılap ve çağdaşlaşma adına yer yer aşağılayan ama en iyi niyetle bile yönetenlerle eşit kabul edilmeyen ve toplumun büyük bir kısmını oluşturan Anadolu insanını yok sayan siyasal iktidar, çoğulculuğun önünü sistematik olarak tıkamıştı.
İktidarın yeni sahipleri, ülkeyi yönetme ayrıcalığının kendilerine ait olduğunun inancını bu geniş kitlelere duyurmak ve kabul ettirmek istediler. Bunun için insanların geçmişle bağlantıları kesildi, yeni bir “resmi tarih” oluşturuldu, geçmişin her şeyi lanetlendi, “cumhuriyetin fazilet olduğu” telkinleriyle cumhuriyet bir siyasal yönetim biçiminden fazlaca yüceltildi, toplumun iktisadi ve içtimai olarak geri kalmışlığının nedeni din ve toplumun gerici bir takım davranışları olduğu tespitine varıldı ve hayatın doğal akışına karşı çıkarak, tarihî seyri hiçe sayarak çok hızlı ve toplum adına, toplum için ve topluma rağmen birçok inkilap gerçekleştirildi. Atilla Yayla’nın totaliter sistemlerdeki halkı “ideolojik dogmaların ruhsuz birer kopyası” benzetmesi gibi durum vardı ve doğal olarak bu toplum inkilapların bir kısmını içselleştiremedi. İçselleştiremeyince ise resmi tahkikatlar ve jandarma tasallutları baş gösterdi. Oysa ki bu yeni rejim insanların kendi kendini kendi menfaati için yönetmesi olarak addedilmiyor muydu? Peki halk bu işin neresindeydi? Gazete manşetlerine yansıyan kadarıyla herkes halinden pekala memnundu. Yeni rejim insanlara mutluluk, fazilet ve ekonomik ferahlık getirmişti. Ama buna rağmen Anadoluda pek az şey iyileşmişti.
Mustafa Kemal’in liderliğindeki CHP, henüz parti değil de fırka olarak nitelendirilirken, yayınlanan ilk nizamnamesinde “Milli mefkurenin halk tarafından ve halk için icrasında rehberlik etmek” için kurulmuştu (İhsan Güneş, Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nden Halk Fırkası’na Geçiş). Yani bir “parti”den ziyade yeni bir rejimin kurucu unsuru olarak tanımlanan CHP bu gayesini yerine getirebilmek amacıyla yeni parti ya da partilerin kurulmasına sıcak bakmadığı gibi bunu kanun yoluyla da engelleme yoluna gitmiştir.
İktidarın belli bir zümreyle sınırlandırılması ve bu zümrenin bir resmi ideoloji etrafında (Kemalizm) örgütlenmesi halkın bu idelojiye uyumunun gerçekleştirilmesi açısından baskı altına alınmasına sebebiyet verdi. Öyle ki bazı zamanlar çok komik olan durumlar da olmuştur. 1934 yılında radyolarda “alaturka” müzik yasaklanmış ancak bu tarz müzik dinleme arzusunda olan insanların Mısır Radyolarını takip etmesi üzerine, Arapçanın ve Arap kültürünün önü alınamayacağını anlayan hükümet alelacele yasağı iptal etmek zorunda kalmıştı (Ayrıntı için bkz. Beşir Ayvazoğlu, Tanrıdağı’ndan Hira Dağı’na Milliyetçilik ve Muhafazakarlık Üzerine Yazılar).
Bu ideolojiye göre, iktidar el değiştiremez ve Başkomutan/Cumhurbaşkanı eleştirilemezdi. Çünkü O, bütün milletin atası, banisi ve değişmez ebedi lideriydi. Bunu söylerken Atatürk’e karşı bir insan olduğum anlamı çıkmasını da istemem. Zira Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurucusu olarak şu anda bağımsız bir devlette yaşıyor olmamızın en önemli sebeplerindendir. Ve sadece bu bile kendisine saygı gösterilmesi için yeterlidir. Aynı şekilde, siyasi bir lider olarak kuşkusuz hayatından çıkarımsanacak oldukça değerli kesitler olmasını kabul etmekle beraber, onun öğreti ve düşüncelerinin bir ideoloji kalıbı içerisinde alınarak hayatın yegâne kaynağı ve anlamı şeklinde sunulmasının insanın doğasına ve yaratılış kabiliyetine aykırı bir durum olduğunu düşünmekteyim. Çünkü evrende var olan insanların nefesleri sayısınca farklı fikirlerin de olduğu bilinen bir gerçekliktir. İşte bu yüzden sistemin liberalleşmesinin, ifade ve din özgürlüğünün önündeki en büyük engel bu ideolojiydi.
Bunun geniş halk yığınlarına benimsetilmesi adına tabiri caizse beşikten mezara bir endoktrinasyon süreci uygulanması, halkın haber alma kaynaklarının devlet baskısıyla yönlendirilmesi ve aksi durumlarda ise halkın cezalandırılmasıyla mümkün olabilmiştir. Halk tam anlamıyla itaat etmediğinde ya da ceberrut sistem içinde az da olsa nefes alma imkanı bulduğunda ise devlet tarafından organize edilen ve terörize eylemler olarak nitelendirebileceğimiz hadiseler vuku bulmuştur. Serbest teşebbüs yerine devletçilik politikası takip edilmiş, böylece piyasa ekonomisinin önüne ciddi bir engel konulmuştur.
Devlet kısmen de olsa, burjuvazisini kendi yaratmış, bu yeni kesim ise “yönetenlerin ayrıcalığını” devam ettirmede pek çok zaman bürokrasiyle beraber hareket etmişlerdir. Halk, ekonomik durumları günden güne kötüleşmiş olmalarına rağmen, bu düzeni değiştirebilme ya da en azından ıslah edebilme yetilerinden bütünüyle mahrum bırakılmıştır. Belli aralıklarla önüne konulan ve ancak “biçimsel açıdan” var olduğu bile şüpheli demokrasi sandıklarından CHP’den başka bir parti tercih edilemezdi. Zira pusulada tek bir parti mevcuttu. Böylelikle yöneten, seçkinci, elit kesim ile yönetilen, geleneksel halk arasındaki uçurum günden güne artıyordu. Bütün bu eğilimlere rağmen, dünyada gerçekleşen politik hadiseler, ikinci dünya savaşının bitişi, dünyanın iki kutba bölünmesi, Türkiye’nin bu kutuptan yüzyıllardır takip ettiği Batının tarafında yer alma eğilimi ve bu taraftarlığın bir koşulu olarak demokrasiye ve dolayısıyla da çok partili hayata geçme denemeleri ilk kez ciddi manada gerçekleştirildi.
Peki, Tek Parti Dönemi Türkiyesi’ni günümüzdeki demokrasiler ve anti-demokratik sistemler olarak sınıflandırılan siyasal sistem yaklaşımlarından hangileri içinde ele almalıyız? Buna cevabımız kuşkusuz anti-demokratik sistemler olmalıdır. Ancak değerlendirmenin zor tarafı bu anti-demokratik sistemlerden hangisi Türkiye’nin Tek Parti Dönemi politikalarını açıklamada daha yardımcı olur? Diğer bir deyişle Türkiye 1925-45 yılları arasında otoriter mi yoksa totaliter nitelikte miydi?
Bu dönemin politikaları değerlendirildiğinde her iki kategori içinde ele alabilmemize yardımcı pek çok unsur vardır. Öncelikle sistem, tek bir kişinin, tek bir partinin ve dolayısıyla da bunların etrafında bir “zümre” oluşturmuş tek bir seçkinci sınıfın etrafında kenetlenmişti. Ülkenin politikalarına bu grup karar veriyordu. Bu grup haricindeki görüş ve önerilerin pek bir itibarı yoktu. Bu özellikler dolayısıyla sistemin otoriterizme yakın gözükmesine rağmen bu bizim için aldatıcı olmamalıdır. Zira “Tekelci bir Parti” etrafında kümelenen bu seçkinci grubu bir arada tutan bir “total ideoloji” vardı ve hayatı anlamlandırmada, tüm sorunları çözmede yardıma koştuğuna inanılan Kemalizm ideolojisi halka zorla benimsetilmeye çalışılmıştı. Bu ideolojinin mahiyetini ve hedefinin ne olduğunu anlamak için 10.yıl marşının sözlerine bakmak kafidir. Yayla bunu şu şekilde ifade etmiştir: “Marş, on yılda on beş milyon her yaştan genç yaratıldığından bahseder. Savaş bittiğinde zaten 10 milyonu aşkın nüfus olduğuna göre, burada kastedilen, olağan nüfus artışı değil olsa olsa herkesin yeniden yaratılmasıdır.”
Aynı şekilde beşikten mezara uygulanan endoktrinasyon süreci ve muhalif gazete ve mecmualara uygulanan sansür hatta sansürün ötesinde doğrudan hükümetin istediği şeylerin kaleme alınması da totaliter bir sistemin ipuçlarını sunmaktadır. Her ne kadar bu otokontrol bütünüyle başarılı olmasa da basın ve kitle iletişim araçları üzerinde önemli bir manipülasyonu mümkün kılmıştı. Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren ülke içindeki sermaye azlığı dolayısıyla uygulanan devletçilik politikası “ekonominin devlet güdümü”nde olmasına sebebiyet vermiş ve Anadolu uzun bir zaman refaha ve bolluğa kavuşamamıştır. Bununla beraber devleti yönetenlerin halk üzerindeki otorite ve egemenliklerini tam manasıyla sağlamak ve resmi ideoloji olarak benimsenen Kemalizmin kök salmasını sağlayabilmek amacıyla yer yer “devlet terörü” de uygulanmıştır. Bunlar da totaliter bir sistemin işaretlerini sunan önemli birer saiktir.
Siyasal sistemler içindeki sembollerin de sistemin niteliği açısından önemli ipuçları sunan yanları vardır. Mustafa Kemal Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı zamanındaki kahramanlıklarına atfen dikilmesi planlanan kendi heykellerinin fiziki özellikleri ve yerleriyle şahsen alakadar olması hususu, Mustafa Kemal’in ülkedeki herhangi bir liderden biri olmak arzusunda bulunmadığını, yani seçimle değiştirilemeyeceğinin işaretlerini vermesi bakımından oldukça kayda değerdir. İsminde her ne kadar “cumhuriyet” geçiyorsa da bu aslında tek bir kişinin cumhuriyetiydi. Yani aslında bu cumhuriyet, Sovyetlerin, günümüz Kuzey Koresinin ya da Küba’nın cumhuriyetine de benzetilebilir.
Tüm bunlara rağmen, şunu da ifade etmek gerekir ki Tek Parti Sistemi Türkiyesi’ni totaliter olarak nitelendirsek bile bu sistem Nazi Almanyası- Faşist İtalya ve Komünist SSCB’de olduğu gibi hiçbir zaman koyulaşmamıştır. Atilla Yayla’nın ifadeleriyle “Sistemin rengi bazen koyulaşmakta ve bazen de otoriterizme dönüştürecek şekilde soluklaşmaktadır. Sistemin Almanya ve Rusya ölçüsünde totaliterleşmemesinin sebepleri arasında en başta gelenler, gelişkin bir ideolojik temelin bulunmaması ve Mustafa Kemal’in pragmatik ve hayata dönük kişiliğidir.” Totaliter nitelikteki sistemler bilginin önündeki tüm yolların kapatılmasıyla ayakta kalabilirler. O yüzden her geçen gün daha fazla ceberrut hale gelmek zorunda kalırlar. Ama bu sadece ömürlerini uzatır. Çünkü bilgi akışkandır. Halktan saklanılan gerçekler ve bilgilerden kendilerinin de mahrum kalmaları dolayısıyla, sistemin açmazlarını keşfedemediklerinden yıkılır giderler. Türkiye örneğinde olduğu gibi sistemin Nazi Almanyası, Faşist İtalya ve Komünist SSCB gibi koyulaşmaması ve halkın az da olsa hareket kabiliyetinin olması, küresel politikadaki değişikliklikler ve bunun sonucunda çok partili hayata geçilmesi bu meskun düzeni bütünüyle ortadan kaldırmasa da bir hayli dönüştürdü.