eeeeeeArtık tarım alanında da “deniz bittiği” için, Türkiye, IMF’nin yönlendirmesiyle, yüksek taban fiyatları, üretilenin tamamını alma garantisi, kredi faizlerinin, girdi maliyetinin kısmen, ilgili kurumlarının “görev zararları”nın tamamen devletçe karşılanması ve bu suretle her yıl oluşan milyarlarca dolarlık bütçe açığının devletçe üstlenilmesi sistemini değiştirmeye çalışıyor. Bu durumda başta şeker pancarı, tütün, fındık, çay üreticisi olmak üzere bütün çiftçiler haklı olarak şikâyetçi. Türkiye, tarımsal ürün ihracatını yeterli şekilde geliştirememek bir yana, “kendine yeterlilik” ölçülerinden de giderek uzaklaşıyor.
Bu durumdan da yalnızca hükümetler, siyasetçiler sorumlu tutuluyor. Seçim propagandalarında muhalefet, hükümet partilerine bu sebeple de yüklenecek ve oy da sağlayacak.
Gerçekten, sorumlu sadece hükümetler veya siyasetçiler mi?
76 Yıldır Uygulanmayan Çok Önemli Kanun Hükümleri
İsviçre Medeni Kanunu’nun tercümesi olan ve 1926’da kabul edilen Türk Medeni Kanunu’nun, tarımsal mülklerin mirasçılara intikaline ilişkin 597. maddesi aynen şöyle idi:
“Terekede iktisadi bir vahdet halinde işletilmekte olan zirai mallar bulunursa bunların kafesi (tamamı), mirasçılardan işletmeye muktedir olduğu anlaşılan talibine tahsis edilir.”
Takip eden 598. madde, diğer mirasçıların haklarının ödenme şeklini düzenliyor, 599. madde de kendisine tahsis yapılan mirasçı diğerlerinin hakkını makul sürede ödeyemeyecekse, işletmenin yine bölünmemesini “aile şirketi emvali” halinde bütün olarak işletilmesini öngörüyor idi. Yeni Kanun’un 659. maddesinde de aynı durum, biraz sulandırılarak tekrarlanmıştır.
1926’dan bu yana 76 yıldır yürürlükte bulunan kanunun bu çok önemli hükmü, dava yoluyla taleplere rağmen uygulanmamıştır. Bu süre boyunca, kanunu okumaya gerek görmeyen, bilmeyen pek çok akademisyen, yazar, sözde uzman, uygulamaya bakarak, tarımsal işletmelerin kanun hükümleri yüzünden çok parçalandığını söyleyip, yazagelmişler, kanunu değiştirmeyen siyasetçileri suçlamışlardır. Oysa, TBMM, 1926’da, kanunla yapılması gereken ve mümkün olanı yapmıştı. Bu konuda TBMM’nin, hükümetlerin, siyasetçilerin bir kusuru yoktu.
Yüksek Verimli, Düşük Maliyetli Modern Tarım, Ancak, Yeterli Büyüklükteki İşletmelerde Yapılabilir.
Genel olarak “sübvansiyonlar” denilen desteklemelerin asgariye indirilebilmesinin ön şartı üretim maliyetinin düşürülmesidir.
Çin’de solcu-devrimci Sun Yat Sen’in “toprak işleyenin, su kullananın” sloganını kullandığı 1910’lu yıllarda Batı’da “Traktör Devrimi” başlamış, yeterli arazisi olan çiftçinin çeki-hareket gücü olarak öküz, at yerine traktör kullanmasının teknik şartları tamamlanmıştı.
Bugün “küçük traktör” sınıfında olan 40-60 HP güçlü bir tarla traktörü, bir yılda 20 çift öküzün veya 10-15 çift atın yaptığı çiftçilik işlerini yapar.
Traktör çeşitli işler için çok sayıda başka cihaz ve makineyle, onların hareket gücü olarak kullanılır. Bu sebeple mekanize tarım işletmesine “tarım işletmesi” de denir.
Yeterli, optimal miktarda arazi tahsisi halinde traktör işletmesinde üretim maliyeti çok düşer. Çapanın, hasadın makinayla yapılması, traktör işletmesinde binlerce işçi günlük tasarruf sağlar.
Traktör işletmesinde verim de çok artar. Toprak daha iyi işlenir, işler zamanında yapılır, işletmenin mali durumu ileri tekniklerin uygulanmasına, ürünün pazar standartlarına uydurulmasına, daha kolay pazarlama ve ihracata imkan verir.
Bunların olabilmesi için öncelikli şart, işletmenin yeterli büyüklükte olmasıdır.
Batı’da özel mülkiyetteki büyük işletmelerin gerekliliği kabul edilirken, Sovyetler Birliği’nde de makineli tarım için çok büyük işletmeler, kolhozlar, sovhozlar kurulmuştur.
Medeni Kanun’un, maalesef 76 yıl boyunca uygulanmamış olan 597. maddesi çağın bu gerçeğinin ilk şartı idi. Bu hüküm uygulanmadığı için, tarımsal mülkler, modern işletme kurmayı imkansız hale getirecek şekilde 76 yıl boyunca insafsızca parçalanmıştır. Yargı kararları dışında tapulama faaliyet de bir felaket halini almış, “keyfî devlet” anlayışıyla geleneksel, fiili tahsislere bakılmamış, 10-20 dönümlük tarlalar, 20-30 hissedar adına tescil edilebilmiş bu suretle fiilen sahipsizleştirilmiştir. Bu marifet değil, Türkiye’ye çok büyük kötülüktür. Ayrıca, Osmanlı’dan gelen devletçi zihniyetle, Türkiye arazisinin %75’ten fazlasının devlete ait olduğu bir tablo yaratılmış, özel mülkiyet alanı %25’in altına düşürülmüş, bu yönüyle Türkiye Batı’ya değil komünist ülkelere benzetilmiştir.
Avrupa’da, 1950’li Yıllardan İtibaren, Ayrıca “Arazi Tevhidi” Programları Uygulanmıştır.
Batı Avrupa’da, tarım nüfusu azaldığı için, 1950’li yıllarda da , aile başına ortalama arazi genişliği Türkiye’den çok fazla idi. Bu ülkelerde miras yoluyla bölünmenin önlenmesi yeterli görülmemiş, ek olarak 1950’li yıllardan itibaren işletmelerin büyütülmesi programları uygulanmıştır. Bu programlar ortalama 30 yıllık süre içinde, rıza ve akit serbestisi ilkeleri uyarınca gerçekleştirilmiştir. Mesela, 1952 tarihli Hollanda Arazi Tevhid-i Kanun’a göre, arazi satın alarak işletmesini büyüten destekleniyor, arazisini satan için de bazı teşvikler uygulanıyor, ayrıca asgari on yıl sürekli kiralama ve ortak işletme sözleşmeleri de teşvik ediliyor, bu yollarla işletmeler büyütülüyordu. Büyütmenin temel amacı, üretim maliyetini düşürerek, işletmenin sübvansiyon ihtiyacını minimize etmek, çiftçilere bu yolla daha iyi geçim şartlarını sağlamak, tarımın “bir ticari iş” gibi yapılmasını sağlamaktı.
Bizim siyasetçilerin kusuru bu alandadır. Batı’nın işletme büyütme programlarını karşı, ters yönde, ideolojik amaçlı toprak reformu gürültüsü ülkeyi kaplamıştır.
Bugün, Türkiye’de çok traktör var. Ancak en az 1000 dönüm tahsisi gereken traktörler, sair makineler 50 dönümde kullanılıyor. 50 dönüm arazi bir yılda en çok 5-6 günlük iş sağlar. Bu modernleşme değil. Maliyeti düşürmez, artırır. Tarım işletmeciliğinde “makine israfı” konusu da ciddi biçimde ele alınan koşullardandır.
“Tarımda nüfus fazla, işletmeleri nasıl büyütelim?” diyenler olabilir. Şayet, 40-50 yıl önce, işletmeleri büyütme yoluna gitseydik, tarımsal üretim, dış pazar şartlarına da uygun olarak sürekli artma trendine girer, sübvansiyon ihtiyacı giderek azalır, “ticari kesim”e dönüşen tarımdan daha çok vergi sağlanır, tarımdaki sermaye birikimi de endüstrileşmeye kaynak sağlar, tarım dışı sektörler daha çok gelişir ve bugün tarımdaki nüfus çok daha az düzeye inmiş olurdu.
Çok geç kalınmış olmasına rağmen, bugün de tarımı Batı’nın gelişme yoluna sokmaktan başka çıkış yolu yok. Bunun ilk şartı, 76 yıldır uygulanmamış olan ve miras yoluyla bölünmeyi engelleyen kanun hükümlerini uygulamaya başlamaktır. Hiç değilse çok azda olsa kalanları kurtaralım. Bunun yanında “arazi tevhidi” programlarını düzenleyelim. Zira, artık deniz bitti. Aksi halde Türkiye karnını ithalatla doyurabilecek.
Türkiye’de “Şamata Yapan Amigoları” Olmayanların Sözleri Dinlenmedi.
Bana “senin de 76 yıl sonra mı aklın başına geldi?” diye sorulabilir.
Burada özet olarak yazdıklarımı, çok daha geniş şekilde kaynakçasıyla, Forum dergisinin Mart-Mayıs 1964 tarihli dört sayısında yayınlanan uzun makalemde anlatmıştım.
Ocak 1972’de yayınlanan Türk Tarım ve Toprak Reformu adlı ortak pazarın “Manshold Planı”nın örnek alınması gerektiğini vurgulayan kitabımın 145-146. sahifelerinde şu ifadeler vardı:
“Medeni Kanunun 597. maddesi, zirai mülkler için çok farklı bir miras ve intikal hükmü ihtiva eder. Bu madde Medeni Kanunumuzun gerçekten çok kıymetli, çok faydalı, önemli hükmüdür. Ne var ki kırk beş yıl boyunca hukukçularımız bu hükümden haberdar değillermiş gibi davranmışlar, uygulama yolunu açmamışlardır. Bu garip durumun anlaşılması oldukça zordur.” Bunu aynı dönemde, bazı gazete yazılarında da tekrarlamıştım.
Bugün aradan kırk beş yıl değil, yetmiş altı yıl geçti, garabet hala sürüyor.
Sanırım şamata yapan amigolarım olmadığı, tek kaldığım için yazdıklarım ciddiye alınmadı. Ben de usanıp vazgeçtim. Bazı “yüksek şahsiyetler” kanunlardaki miras hükümleri yüzünden zirai mülklerin parçalandığını söylemeye, bu yüzden kanunları değiştirmeyen siyasetçileri suçlamaya devam ettiler.
Bu sebeple, konuyu bugün, tekrar yazmaya “yüzüm olduğunu” düşünüyorum.
Seçim öncesi hükümet muhalifi politikacılara önerim şu: Konuyu tekrar inceleyip, çiftçilere geçmişteki ataları samimiyetle anlatsınlar, yüksek sübvansiyonlarla durumu idare etmenin mümkün olmadığını, denizin bittiğini, tarım kesiminde çok geç de olsa köklü, yapısal revizyonlar yapmak gerektiğini, başka çıkış yolunun kalmadığını söylesinler.
Realitenin içinde olan çiftçiler, söylediklerini kolayca anlar. Daha ikna edici olurlar ve bu sebeple de daha çok oy alırlar.
* 2002